28 Eylül 2008 Pazar

Yüksek kaldırım


Bu pazarın menüsünde de bu şarkı var. youtube veya dailymotion a kimse yüklemediği için dinlemek için link bulamadım ben de rapidshare e yükledim kendisini. iyi dinlemeler efenim.

pazar sabahı menüsü

Perfectly Exact #2

Alttaki önden bir kaç metre çıkıntıya sahip, iki tabakalı bir duvar duruyordu önünde. İkinci tabakanın yüksekliği yaklaşık 15-16 metre arasıydı. Alt tabakasının üzerine, üstteki kadar uzunluğa sahip bir merdiven koymuştu ve merdivenden yavaşça yukarıya tırmanıyordu. Merdivenin yarısına geldiğinde, kendisini izleyen adamın ve ondan yaşça daha küçük görünen kadının gerçeği anlamamasını umarak ya da anlayıp anlamdıklarını kontrol etmek amacıyla geriye ve aşağıya baktı. Aslında gerçeği sadece adamın anlamasından korkuyordu. Zaten kadın gerçeğin öğelerinden biriydi halihazırda ama o da kendiden emin görünüyordu ve adamın anlaması imkansız gibiydi.

Kafasında bu düşünceleri toparlamaya çalışarak kalan basamaklarını çıkıyordu merdivenin. Ne yapacağını düşünüyordu bir yandan da. Evet anlık olarak bazı zor durumlardan kurtulabilirdi de bunu devamlı hale getirebilecek bir sistem, çözüm yolu arıyordu. Eski özlü sözlerden birinde olduğu gibi, her defasında anlık olarka bir beladan-dert de denebilir belki- kurtulursa ona balık verilmiş olacak lakin devamlı hale getirebilecke bir durum ortaya tabilirse balık tutmayı öğrenmiş olacaktı işte. Merdivenin sonlarına doğru yaklaştığında, az önce aşağıda duran adamın merdivenin ucuna gelip merdiveni tuttuğunu gördü. aşağıdan kızgın biçimde konuşuyordu, tam olarka ne dediği anlaşılmasa da ifadelerinden bir çok şey ortadaydı zaten. "Anlamayacağımı nasıl düşünebildin ki gerzek herif" diyordu. ya da demiyordu ama öyle der gibiydi. bir anda, aşağıdaki adamın anlayıp anlamasını düşünmekten ziyade bu kadar yükekten yere düşmekten kurtulması gerektiğini düşünmeye başladı. "Anlık" bir dertten kurtulmalıydı yine. sorun şuydu ki anlık belalar sadece o "an" +-bir kaç dakikalık zaman aralığında düşünülüyordu. Aynı kaide burada da geçerliydi. Yukarıya baktı, çok az kalmıştı duvarın ikinci tabakasının üst ucuna. birden hızlandı ve yukarıya doğru hamle yaptı.

Kendini duvarın yukarısına atarak soluk soluğa uzandı yukarıdaki düz zeminde. Aşağısını göremiyordu artık. Etrafına baktı tavana daha bir kaç metre yükseklik vardı. Yattığı yerin sağında bir pencere vardı. Dışarıda ise, trafiğin aktığı bir yol görebiliyordu. Dışarıya göre zemin ile aynı yükseklikteydi. Kendisinden 20 metre kadar aşağıda ise kızgın adam askerlerini çağırıyordu. bir ordu mensubu olmalıydı muhtemelen. zaten merdivenleri çıkarken ona doğru baktığında nizam tutkusu yüksek olan birini görebiliyordu duruşunda bile. İçeriye gelen askerlerin postal seslerini duyabiliyordu. Kısa bir sürenin ardından ise yukarıya doğru bir kaç el ateş edilmişti. Tabi ki yukarıdaki düz zeminde yatarken ona isabet etmeleri mümkün değildi aşağıdakilerin.

Anlık bir bela daha ve şimdi de yine isabet alıp almayı düşünmeyi bırakıp, bu "an"lık dertten kurtulabilmeyi düşünmeye başlamıştı. Cama doğru baktı ve başka çıkışının olmadığı kanaatine vararak ayağa kalkıp hızlıca koşarak camı kıradı ve dışarıya çıktı. Dışarıda, camın hemen yanında biri onu bekliyordu. Ayağa kalkıp, kendini bekleyen adama baktı. Adam "hadi gidelim" diyerek caddeye doğru koşmaya başladı. gündüzdü. Başka şansı olmadığını düşünerek önünde koşan adamı takip etmeye başladı. Hızlıca, her yönü üç şerit barındıran ana caddeden karşıya geçerek ara sokaklara daldılar. Ara sokaklara girdiklerinde gece olmuştu. Bir süre koştuktan sonra artık caddenin kalabalığının sesinin de azaldığını duyabiliyordu. Önünde koşan adam da yorulmuş olacak ki duraksadı ve gitmeleri gereken yön olarka sol tarafını gösterdi soluk soluğa. Caddeden askerlerin seslerini duyabiliyordu. sol tarafa mı sağ tarafa mı gitmesi gerektiğini kestiremiyordu. Kısa süre içinde tüm bu ara sokaklar en ince deliğine kadar aranacaktı. Belki onlar o vakte kadar çoktan buradna uzaklaşmış olacaklardı ama şimdi buradalardı ve uzaklaşmalak için hangi yöne gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Önündeki adam, bu kararı daha fazla beklemekten sıkılarak az önce gösterdiği yöne doğru koşmaya devam etti.

Şimdi vereceği kararın hayatına dair büyük bir etki taşıdığını hissediyordu, her şeyiyle bedeninin. Caddedeki askerlerin seslerini düşündü. "ne de olsa buraya saklanmış olamaz" diyerek dikkatsizce aranacağını düşündüğünü sağ yöne doğru koşmaya başladı. Aynı anda, az önce geçtikleri yerlerden ara sokaklara girmeye başlayan askerlerin seslerini de duyabiliyordu.

Hafif dar bir ara sokaktan caddeye doğru döndü bir kaç dakika koştuktan sonra sağa doğru. eğer az önce bu tarafına geçtiği caddenin yeniden karşısına geçerse tehlike hissetmeksizin uzaklaşabilirim diye düşünüyordu. Ara sokağın caddeye bakan kısmından askerlerin yaklaştığını gördü. Duraksadı, tam karşısından geliyorlardı. "An" lık bir tehlike ile karşı karşıyaydı yine. Ne yapacağını düşünüordu. Yapacaklarının faydasının ölçütünü kafasında tartabileceği zamanı olmadığından aklına ilk gelen şeyi yaparak hafif kenara doğru saklandı. Artık yapabileceği tek şey birazdan yoldan geçen askerlerin yürürken yan taraflarına bakmamalarını ummaktı.

Henüz bu tür kararlara her durumda mutlak faydayı sağlayabilecek sistemi bulamadığından olsa gerek, her "an"lık tehlikede düşünmek zorunda kalıyordu. Askerlerin onu geçerken görmemeleri mümkün değildi. Düşüncesine göre o "an" yapılabilecek en iyi şey ortaya çıkıp teslim olmak, kendisini yakalayan askerlerin onu, o askerlerin başı gibi duran nizam tutkunu adama götürmeleri ve kendisinin de konuşabilme ve hitabet yeteneği ile hayatta kalmaya çalışması olacaktı. Nitekim askerler tam saklandığı yere ulaşmak üzereyken, ellerini havaya kaldırarak ortaya çıktı..

Kısa süre içerisinde bir kaç asker onu ellerinden yakaladı ve caddenin yanından ara sokaklara sapmadna hemen önce olan meydanda oturan başka birine götürmek üzere harekete geçtiler. O başka biri (buna B diyelim), elinde dürbünlü tüfek ile meydanda askerler tarafından oluşturulmuş bir çemberin merkez noktasında oturmaktaydı. sakız da çiğniyordu. Kimdi ki bu adam? Götürüleceğini umduğu kişi nizam tutkunu adamdı. Elinde dürbünlü tüfeği görünce korkmuştu ama yine de konuşulacka bir şeyler olmalıydı. Fakat konuşulacak pek bir şey olmadığını, b, kendisinin geldiğini gördüğünde nişan alınca anladı. "Bir dakika bir dakika" diyerke olacakları durdurmaya çalıştı. bu da "an" lık tehlikeye karşı aldığı anlık bir karardı pragmatikliğini düşünemden vakitsizlikten ötürü. Kendisine nişan alma işleminin tamamlandığını gördüğünde, böyle ölemeyeceğini düşündü. Nasıl böyle ölebilirdi ki? Farklı olmalıydı. Bambaşka. Bu düşünceler aklından geçerken dürbünlü tüfekten çıkan kurşun beynine girmişti bile. Felç oluyormuş gibi hissetti..

hissettiği anda uyandı. Gerçekten de felç gibiydi uyandığı anda. Yaklaşık bir dakika kadar yeinden kıpırdayamadı. Yanında yirmilerinin sonunda bir kadın oturmaktaydı(buna da C diyelim). Üşüdüğü, ellerini ovuşturup yumruk yaparak ağzına götürüp, üflemesi ile anlaşılıyordu. Kendisinin uyandığını görünce "nihayet" der gibi baktı.

"Hadi, gitmemiz gerek" dedi ve ayağa kalkarak elini adama(gelin buna da A diyelim) elini uzattı. A, C nin elini tuttu ve ayağa kalktı. yürümeye başladılar...

22 Eylül 2008 Pazartesi

Düşlerimle yandım sonra, sevdalarımla kavruldum..

Bu akşam yorgun ve bitkin biçimde eve geldiğimde winamp aylar sonra yeniden karşıma çıkardı bu parçayı..Yağmurun bir dakika görünüp, cama bir düzine damlacık yapıştırdıktan sonra çekip gittiği, kafasına esince aynı biçimde geri döndüğü bir istanbul akşamında şarap eşliğinde camdan bakarken dinlemek gerekmiş bir de istiklale doğru...Sürülerce sorular sorarak kendine..

Parlak bir inciydim önce,
derinlerde saklanırdım.
Baba evi kabuğumdu,
"hayat çok uzak sanırdım."

"Düşlerimle yandım sonra,
sevdalarımla kavruldum."
"Düşlerimin peşisıra,
kendimi yollara vurdum.."

Kanat takıp uçurur da bu düşler,
uyandırır en tatlı yerinde.
Gün ortasında, sabah seherinde
hatırlanır yeniden.

Yatak döşek yatırır da bu düşler,
uyandırır en tatlı yerinde.
Gün ortasında sabah seherinde,
hatırlanır yeniden..

Dinlemek isteyenler; buradan

21 Eylül 2008 Pazar

Pazar Sabahı Şarkısı

Bu pazar menude bu parça var..iyi dinlemeler efenim.

18 Eylül 2008 Perşembe

Kırmızı



Birden üç-dört kişi birden, üstüne çullandı adamın. Adam karşı koymaya çalıştı fakat birini engellese diğeri tutuyor ve yere düşürüyordu onu. O debelenme içerisinde, kendisine vuranların birinin belinde gördüğü tabanca onu ani bir refleks ile hareketsizleştirdi.Karşı tarafın artık direnmekten vazgeçtiğini gören silahlı adamlar da onu ayağa kaldırıp arabaya bindirdiler
Çok farklı bir koku vardı arabada hayat ile kıyaslandığında. Bir hastane salonu gibi ekşi,çürükçül ve dezenfekte edilmiş temiz ortam kokusunun karışımıydı. Tamamıyla farklı bir hayata girdiğini fark etmişti o zaman adam. Silahlı adamlar siyah bir peçe gösterdiler ona ve gözlerine bağlayacaklarını söylediler.
Gözlerini açtığında bir sandalyeye oturtulmuş elleri belinin hizasında arkaya bağlanmış bir şekilde gördü kendini. Ardından da etrafına toplanmış insanları. Birinin elinde pahalı bir puro vardı ve tam karşısına geçmişti. Bir şeyler söylüyordu,yüz hatlarından bazen bağırdığı belli oluyordu ama adamın kafası o kadar dağınıktı ki;hala gözlerini açtığında aniden gördüğü ışığa alışmaya çalışıyordu. Kulaklarında hafif bağırma sesleri uğulduyordu. Arkasından birileri onu arada sırada elleriyle itip, dalga geçer gibi bir şeyler söylüyorlardı.
Kulakları çınlarken birden başka sesler duymaya başladı. Birileri ayaklarını yere vura vura geliyordu. Galiba topuklu ayakkabı idi ayağındakiler. Giderek yaklaşıyordu ses,birkaç kez kafasını sağa sola hareket ettirip onu görmeye çalışıyordu,fakat çevresini sarmalayan ceketli ve silahlı adamlarla birlikte tam bir ahenk oluşturan sigara dumanından hiçbir şey göremiyordu.Biraz daha yaklaşınca ses bu kez kokusunu aldı adam.Daha önce bir çok defa almıştı bu kokuyu. Saf bir yasemin kokusu sarmıştı odayı. Daha önce yanında çok bulunduğu,her zaman konuştuğu ve yıllardır tanıdığı birinin kokusunun aynısıydı koku.
Biraz daha yaklaştı çiçek kokulu,adam dev bir nefes çekti içine. Bütün yaralarının,kırmızılıklarının geçtiğini sandı. Sigara kokulu adamların arasından geçti ve karşısında durdu. Kıpkırmızı bir elbise,ateş gibi yanan dudaklarıyla adamın yanına yaklaştı. İlk defa bu kadar içine işliyordu yasemin kokusu. Küçük bir öpücük yanaklarına adamın yıllarca beklediği ama alamadığı. Peşisıra küçük bir fısıldama kulağına “üzgünüm”….

15 Eylül 2008 Pazartesi

Markiz'de Oturmuş Sakin..

Keşke markiz olsaydı oturduğu yer. Tam da sezen Aksu ya eşlik ediyor gibiydi. "Markiz de oturmuş sakin, seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla.." Fakat geri kalanının sıcaktan kavrulduğu Kadıköy'ün, aykırı tarafı olmak istercesine serin ve rüzgarlı Rıhtım da oturmuştu. gözlerinde tozlarla. Saçlarını savuruyordu elbet bu aykırı rüzgar ama elinde tutmaktan külleri gereğinden fazla büyümüş bir sigara ile sadece bilenler bilsin diye tozlarını sakladığı bir siyah gözlüğü eşliğinde çayını yudumluyordu. Sezen Aksu onu görse tüm gün düşünürdü herhalde.

Her şeyiyle müzikaldi. "elinde çay sigara, gözlerinde istanbul.." derdi ayna grubu herhalde onu görse. Ama gözlerindeki istanbul un ne kadar tozlu olduğunu bilebilir miydi Erhan güleryüz acaba? Öğleden sonrasının verdiği hafif yorgunluk seziliyordu ama pek de dikkat çekici değildi. Öylece oturmuş denize bakıyordu işte. Düşündükleri ne idi bilinmez de her zaman böyle oluyordu. Biraz geleneksellik belki. Yine gidecekti oraya, yine dönecekti. Ne kazandığı veya kaybettiği kişiden kişiye değişirdi ama o her yaşadığını kazanım sayıyordu. Külüne baktı sigaranın birden başka bir dünyadna gerçek dünyaya dönmüşçesine, küllüğe bıraktı.

Hesabı öderken, çantasını karıştırması belki çok aşina olduğu bir ritüel olduğu için gerçekleşiyordu. Oysa çok iyi biliyordu ki, para gözünün önündeydi lakin bilemediği bir şey onu oyalamaya zorluyormuşçasına karıştırıyordu çantasını. Kısa bir aramadan sonra cüzdanını çıkartarak parayı verdi ve yine zarifçe gülümseyerek oradan ayrılmaya koyuldu. hafif bol sayılabilecek pantolonu vardı. Rahat etmek için özellikle bugün giymişti. Krem rengine çok yakın bir renk. Özellikle bugün giymişti ki ellerini rahatça cebine sokarak yürüyebilsin. elleri cebinde, temiz havadan, canlı nefesler çekerek ilerlemeye başladı. Temiz hava gerçekten vazgeçilmez bir yan öğe idi huzur için. Pazar sabahı boşken yürümek istediğini düşündü aslında burada. Onu da bir ara yaparım diyerek ve çok da önemseyerek aslında, bir dolmuşa doğru adımını attı.

Önceden biletini almıştı üsküdara indiğinde. Harem'de pek de vakit geçirmek istemediğinden kadıköy de oturup düşünmeye başlamıştı. Telefonu çaldı yaklaşırken deniz kıyısındaki hayatın aktığı yerlerden biri olan harem e. "Hep aynı heyecan, aynı çocuksu hayal" sarıyordu bir yerlerini. fakat eksik olan şey bu cümleyi kendisi bilebilmesi ya da söyleyebilmesiydi. Aynı heyecanı yaşarken onun aynı olduğu düşünülmezdi ki. Yaşadıktan sonra düşünülürdü ve "evet bu aynı heyecandı..." denirdi. O sadece aynı olduğunu daha yaşarken biliyordu. Aslında o "gözlerindeki tozlar", bunun nedeniydi artık..

Leh dilinde bir şarkı duyuluyordu bir yerlerden. Muhtemelen hiç bir yerde duymadığı daha önce. Hazırladığı orta boy valizini verdikten sonra bu sesi duyarak duraksadı otobüse binmek üzere hareketlenmişken. Öylece durdu..Şarkı onu hareket ettirmiyordu. Gözleriyle etrafını gözlemeye başladı. Düşündüğü şey şarkı değildi sadece. Şarkı düşündükleri içinde en dominant olanıydı. Etrafa bakarken o hareketliliği takip edemiyordu otogardaki. Sesi duydu yeniden. Ellerini istemsizce cebine atarak ilerlemeye başladı. yüzünde samimi bir ifade vardı. Gülmüyordu, gülümsemiyordu fakat samimiydi. Otogarın feribot tarafına doğru geçerken ortadan geçen bir kaç otobüsün sesi karıştı müziğe. O da otobüslerin ilerleyişinin bitmesini beklemişti karşıdan karşıya geçmek için. Geçmeyecekti halbuki en fazla yapacağı şey, Harem - Gebze durağı ile otogar arasındaki yolun olduğu bölgeye kadar yürümekti. O da öyle yaptı. Durup müziği dinlemeye başladı orada..durdu ve kalan son dakikasını gözlerini kapatarak dinledi. O an ne düşündüğünü sadece kendisi biliyordu.

Gözlerini açtığında, içini sonradan "hep aynı heyecan" diyebileceği ama o an diyemeyeceği "o heyecan" kaplamıştı. Güzeldi. Arkadan otobüsün korna sesi duyuldu. Aynı "Samimi" ifade ile arkasına baktı, otobüse doğru yürümeye başladı. Yürürken, elini çantasına attı. Telefonunu çıkardı. Rehberi karıştırarak, bulduğunda gülümsediği ismi arama tuşuna bastı. Bir defa çaldı, ikinci defa çaldı, üçüncü defa çalarken telefon açıldı. Otobüse biniyordu telefon açıldığında. "Geliyorum canım" dedi. Karşı taraf bir şeyler söyledi. "Geliyorum işte" dedi gülümseyerek. 4 numaralı koltuğuna oturdu. Dirseğini hemen önündeki servis bölmesine dayayarak camdan dışarıya baktı..."O çocuksu hayal"i kuruyordu..

Otobüs hareket ettikten iki dakika sonra, bir yolcu koşturarak reyona geldi. "İzmir otobüsü gitti mi" diye sordu. Firma görevlisi üzülerek "maalesef gitti efendim.." dedi..

p.s. : prettyinpink in doğumgünündeki özel isteği üzerine..

13 Eylül 2008 Cumartesi

Memory of Simon Bolivar -O Yer #3-



Uzun vakittir yazmadığım "O yer" dizimize aslında bu dizinin başlama nedeni olan ülke ile devam edeceğim. Nihayetinde, Güney Amerika kıtasında en çok görmek istediğim yer olan bu ülkenin ismi Bolivya. Bugün özel olarak ilgilenmeyen bir doğu avrupa, ortadoğu ülkesi türkiye de yaşayan biri için bolivya deyince akla gelebilecek pek fazla özellik bulunmaz. Herhalde ilk akla gelebilecke özellikleri, Güney Amerika da olup da denize kıyısı olmayan ezelden bahtsız ülkelerden biri oluşu. Ki bu ezelden bahtsızlığı ileride biraz inceleyeceğiz. Diğer akla gelebilecke özelliklerdne biri de Lama hayvanı olurdu herhalde. Bir de dünyanın rakımı en yüksek başkentlerinden birine ev sahipliği yapması da bu özellikler içerisine dahil edilebilir.

Nereden başlasam bilemiyorum aslında. Ülkeye adını veren kahramanda başlayalım. Simon bolivar, güney Amerika da devrim hareketinin önderlerinden biri olarka hatıralarda yer eder. bir aristokrat olarka yetiştirilen Bolivar, önce Venezuella nın bağımsızlığı için sömürge güçleriyle savaşıp Venezuella nın bağımzılığını kazanmasında önemli rol oynardı. daha sonra ispanyollar tarafından yakalanıp Kolombiya'ya sürgün edildi. fakat bu yaptıklarının hata olduğunu ispanyollar, Simon Bolivar kolombiya kuvvetlerinin başına geçip başkent Bogota'yı alarak kolombiya nın da bağımsızlığını ilan etmesi sonrası anlayacaklardı. Daha sonra Venezuella ya tekrar saldırarak Bolivar şehrini aldı ve oradan uzun yıllar kuvvetlerine hükmetti. Büyük kolombiya olarak bilinen, Venezuela, Ekvador, Kolombiya, Panama ve Peru'nun bulunduğu bölgeyi ispanyol sömürgesinden kurtararak ilk başkanı oldu. Kurduğu bu bölgede Peru nun güneyi de Bolivya olarak anıldı ve bugünkü bolivya nın ortaya çıkmasının temeli olarka bu olay kendine yer buldu.



Tarihten daha fazla bahsetmeden bolivya nın bahtsızlığını inceleyelim biraz. Neden, ezelden bahtsız bir ülke Bolivya. Öncelikle Simon Bolivar ın büyük kolombiya ve bolivya için yaptığı anayasa generaller arasındaki iç çekişmeler nedeniyle hiç uygulanamadı ve ülkeler birer birer bölündü. Coğrafi olarka güney Amerika da, okyanusa kıyısı olmayan iki ülkeden biri olarak kaldı bolivya. güney amerika nın geneline baktığımızda bolivya nın denize kıyısı olmaması gerçekten kötü bir şanstı.



Fakat bu şanssızlığa rağmen, Bolivya nın büyük bir artısı vardı. Kıtanın en büyük doğalgaz rezervleri ve yine kıtanın en büyük ikinci petrol rezervlerine sahipti. Lakin denize kıyısı olmaması onları her daim başka bir ülkeye muhtaç etti. Bu tür zenginliklerin üzerinde oturmasın rağmen bugün bolivya güney amerika kıtasının en fakir ülkesidir. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu tür rezervlere sahip olan ülkelerin güçlenmesi pek istenmez ve Abd daha ilk zamanlardan itibaren bu rezervleri nakliye etmek(!) amacıyla bolivya ya yardım ayağına bu ülke ile pek fazla uğraştı.

Bolivya nın bugün kıtanın en fakiri olmasının bir çok nedeni var elbette. Yakın zaman önce bolivya da su özelleştirilmişti. Yani halk gelirinin önemli bir kısmını su almak için harcıyor, ayrıca çıkan sulara da bu şirketler el koyuyordu. Tarım kesiminin önemli bir kısmı fakirlik içinde yaşıyor. Topraklar da yakın döneme kadar kamulaştırılmamıştı. Sosyalist reform çabaları ile öne çıkan Evo Morales bu kamulaştırmaları gerçekleştirdi. bunun iyi mi kötü mü olduğu elbet tartışma konusu lakin ondan önce toprakların büyük kısmının Yurtdışından ya da içinden, güdümlü, büyük toprak sahiplerine ait olduğunu belirtelim. biz bu sisteme eskiden feodalite bir ara da ağalık dedik.

Bolivya nın bu karmaşıklığının büyük ölçüde maden rezervlerine dayandığını tahmin etmek zor değil. Bu nedenle bolivya tarihinde 150 den fazla darbe görmüş bir ülke. Evet neredeyse her yıl bir darbe oluyordu yakın zamana kadar. bunda dış güçlerin payının büyük olduğu yadsınamaz elbette. Bu karmaşa, düzensizliğin yanında imf politikaları da halkı iyice fakirleştirmeye itince ortaya tam anlamıyla "altın madenini üzerinde oturan eşek" deyimi çıtı. bu deyimi çok ilginçtir Amerikalılar bolivya için kullanırlar "donkey sitting on a gold mine"..





Efenim bolivya nın ilginç özzelliklerindne biri kıtanın ortasında olduğundan dünyanın en yüksek başkentine ev sahipliği yapması. Ülkenin idari merkezi La Paz tam 3500 metrelik bir rakıma sahip. Havaalanı ise 4100 metrede. Buraya dışarıdan gelenler ilk başta havaya alışmakta oldukça zorlanıyor. Şehrin bazı kısımlarında bu tür oksijen problemi yaşayanlar için oksijen odaları bile var.



bolivya nın kültürel olarka en bilinen olaylarından biri de, "Oruro karnavalı". bu festival 2001 yılında UNESCO tarafından "Masterpieces of the Oral and Intangible Heritage of Humanity" kategorisine sokuldu. bu kavramın resmi olarak türkçesini bilmediğimden böyle yazdım. bilen bir okuyucu yorumlarda belirtirse çok sevinirim. Bu festival önceleri, Pacahemma(Ana kara"mother earth") ve Tio (Dağların tanrısı"Uncle god of Mountains") yu merkeze alarak Ant dağları geleneklerinden ağaçları seremoni ediyordu. Fakat ispanyol sömürgesi dönemi sonrası maalesef bu gelenek katolik inancına göre değiştirildi. Mother Earth Bakire Meryem, Uncle god of mountanis ise Devil oluverdi. Tabi buna bir de efsane lazımdı. bu efsane de gecikmedi. Katolik merkezli efsane ise, bakire meryem'in mucizevi(!) biçimde Oruro yakınlarında bir altın madeninde gözükmesine dayanıyor. Daha sonra karnaval, Virgin of the Candle Mass ve Virgin of the Mineshaft olarak merkezleşiyor. bugün bu festival Mineshaft kilisesi civarında yapılıyor. geleneksel olarka üç gün ve gece süren bu karnavalda 4 kilometrelik geçit töreni yapılarka çeşitli kültürel danslar sergileniyor.



bolivya nın çok geniş bir folklorü vardır. Tabi geçmişinin sürekli hareketli olmasının bunun nedenlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Şeytan dansı denen dans türü burada oldukça yaygın ve geleneksel olarak kendine yer bulur az önce bahsettiğimiz Oruro festivalinin de temel dayanakları göz önüne alındığında.



Bolivya da futbola bakarsak, bizim bildiğimiz futbol tüm güney amerika gibi orada da önemli bir yer tutarken burada Langırt da çok fazla oynanır. özellikle sokaklarda çocuklar langırtı daha fazla tercih ederler. bolivya futbol ligi ise gerek halkın fakirliğinden gerekse bunalmışlığından ve gerekse güney Amerika nın şampiyonlar ligi olarak da bilinen copa libertadores de ki başarısızlıklardna pek fazla seyirci toplayamaz tribünlere. Geçen yıl Real Potosi yi copa libertadores de izleme fırsatım olmuştu. Oradaki gözlemlerine dayanarak böyle bir sonuca ulaşabiliyorum.

bilemiyorum türkiye kültürünün mazlumlara olan yakınlığı mı yoksa başka bir şey mi beni bolivya ya çeken. Bolivya ile ilk kez 1994 dünya kupasında italya yı 1-0 yendikleri maçta tanışmıştım. İsimlerini ilk kez o maçta duymuştum. Hatta omaçta attıkları gol halen hafızamdadır. Çok dolu bir ülke Bolivya..Bir de Che Guevara nın bu ülke topraklarında yakalandığını da belirtelim unutmadan. Bu da bolivya nın pek hareketli tarihinde kendine yer bulan bir olay. Yaşamak çok zor burada ama o hava, dağlar, tarım...Bir kaç belgesel izlemiştim haklarında kendilerine olan sevgim kat kat arttı onları izledikten sonra..Eğer bir gün güney amerika ya gitme fırsatım olursa ilk olarka ugramak sitediğim yer Bolivya..

12 Eylül 2008 Cuma

Nefret Edilen Şeyler

gün geçmiyor ki blog dünyasında yeni bir trend ortaya çıkmasın. Bir süre önce de "mim" diye adlandırılan bir mevzu peydah oldu. renklikalem in yardımlarıyla öğrenebildğim kadarıyla bu sistem şöyle işliyor; blog sahibi er/hatun kişi bir konu hakkında yazıyor ve yazının başına veya sonuna mimlediği diğer blog yazarlarını ekliyor. sonrasında da mimlenen yazarlar aynı konu hakkında klavyelerinin başına geçiyorlar. Sevgili renklikalem de beni mimlemiş. O halde buyrun efenim; Nefret ettiğim şeyler:
(A tribute to renklikalem)

*Bir görüşme veya randevuya geç kalınması. bu sanırım benim en nefret ettiğim şey. Bu mevzuda bir de karşı tarafın geç kalması yetmiyormuş gibi, telefonla aradığınızda "beş dakikaya geliyorum" deyip yarım saatten önce gelmemesidir. İşte bu durumda o kişiye, geldiğinde meşe odunu ile karakter kazandırma sanatı uygulaması yapmak için büyük istek doğuyor içimde. hayır kardeşim geç kalmışsın bari aradığımda gelmene ne kadar varsa onu söyle. beş dakika deyip yarım saat gecikme de olmaz ki. bu ne yaman standart sapmadır. Ben de o arada beş dakika sonra gelecek ayrılmayayım bari buradan diyeceğime gider bir kahve içerim, fatura yatırırım. Bak sinirlendim şimdi. Vaktinde gelinmemesi nefret hissiyatımı tavan yaptırır nitekim.

* şimdi bu mevzuyu şöyle tanımlayayım. Karar verme otoritesi tamamen bana kalmış bir olayda "şöyle yap böyle yap" denmesi. Gerçekten tamamen "ifrit(ne demek lan bu)" oluyorum arkadaş. sırf bu yüzden, inatçılığıyla ünlü oğlak burcu üyesi olarak, kazanımlarımın az olacagını bile bile aksi duruma karar veririm. O insana da iyi gözle bakmam.

* Sevdiğim, filmler, diziler ve müzikler ile dalga geçmeye çalışanlar. Lafım size, yıllarca uzaylı diyerek......hafif karıştırdım galiba :) neyse efenim bu mevzu şöyle. Bilenler bilir gerek müzik olsun veya gerekse dizi, film, tiyatro gibi "entertainment" dallarında çıkan yapımlara ilgim fazladır. bulardan bazılarını da çok severim ve oldukça özel yerlere koyarım. Bunlarla sevdiğimi bile bile(özellikle vurgulamak istediğim nokta burası aslında) ve sevdiğim yanlarını belirttiğimde bu "yan"ların taşak mevzusu yapılması. Nefret içinde yüzerim.!!

* Kurtlar vadisini izlemeden hakkında "ayy çok şiddet içeriyor o dizi adamlar birbirini vuruyor çocukalr özeniyor" diyenler; bi siktirin gidin izleyin de öyle eleştiri yapın, izledim şu yönden ötürü şöyle kötü diyin de insan yerine koysunlar sizi. Kurtlar vadisini eleştirirken, yeni vadiye bakıp değil de orjinal kurtlar vadisini izleyip gelin lütfen ciciler. hadi bakıyım.

* müziksiz kalabilenler. Siz robot musunuz lan? herhangi bir durumu müzikle taçlandırmayanlar sizden enfret etmiyorum ama bir de şöyle bir şey var diyesim geliyor.

* empatiden yoksun olan herkesden nefret ediyorum.

* Maydonoz (nasıl yazılıyor ki bu).. o kadar nefret ediyorum ki doğru yazmını bile bilmiyorum. duyunca tüylerim diken diken oluyor. İçerisinde maydanoz ihtiva eden herhangi bir maddeyi yiyemiyorum. Midem kalkıyor. Bir de bazen kıymalı pidelerin içine maydanoz koymuyorlar mı.Hırrrrrrrrrr!! yiyecek aleminde hiç bir şekilde ağzıma koyamadığım şey olarak maydonoz bu listeye girmeyi en çok hakedenlerden.

* Boca Juniors, Fenerbahçe, Barcelona, Juventus, Bayern Munich, Belediye takımları...hiç birinizi sevmiyorum

* Jack Shepherd sen bir gerizekalısın. Ayrıca malın önde gidenisin!

* Sinemada beraber film izlerken, ya da evde tv nin karşısına, bilgisayarın karşısına geçmiş film izlerken ikide bir kolumu dürtükleyip "bu şu mu" "şöyle mi olacak" "bu ölecek mi" şeklinde ünlemlerden nefret ediyorum. yani gerçekten. deli gibi. Ulan ben de seninle beraber izliyorum işte ilk defa. Ne olacağını nerden bileyim? Sırf bu yüzden bir daha benimle sinemaya gelemeyen insan vardır tanıdıgım. O denli kızıp bagırmışım..

*Sinemada cep telefonlarını kapatmayanlar sizden de.....

*Fantastik edebiyata "çocuk kitabı lan bunlar" denmesi..

* Sigara içerken, paketi gösterip 'bak burada bile "sigara öldürür" yazıyor, görmüyor musun?' diyenler. hepiniz malsınız.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Sinir içinde yazımı bitirirken kimseyi mimlemiyorum arkadaş. kimse böyle sinir sahibi olmasın daha güzel şeylerle mimleyelim sevinelim gülelim.

İşte El Bu

Başlık yok



"Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.."

Cemal Süreya

6 Eylül 2008 Cumartesi

Ankara'da bir kaç gün



geçen nisan ayına kadar gitmediğim lakin buna rağmen gitmeyi pek fazla istediğim yerlerden biri idi Ankara. Gittim gördüm ve orada geçirdiğim haftasonu tek bir kötü anı bile içermeden geri döndü bana. elbette ki bunu sağlayan pek sevdiğim Marika idi. O yüzden Ankara hep aklımda ve gönlümde, gözümde harika bir şehir olarak yer eder. Her ne kadar kendisi sözlükten ayrılmış olsa da ve bu kararına derin saygı duysam da her şeye rağmen kalmasını yeğlediğim marika ile uzun süreli tren yolculuğunun -aklıma sıkça orhan veli gelerek elbette- ardından güzel bir kahvaltı masasında iken görüştük. Sonrası gez toz dolaş eğlen sohbet et. Ve hep mutlu ol şeklinde geçti. Dolu dolu bir haftasonu idi. nitekim bu dolu doluluk Ankara yı özlemeyi arttırıyor elbette. Gelecek ziyarete dair kısa planlar yaptık. Ankara da gelecke ziyaretimde neler olacak;

+ben de seni sinir edeyim çok gri bu şehir hede hödö diyerek
-döverim
+hatta
+kahve dünyasında french press i sıkarken kahveleri dökelim
-zuahahahaha
-ve dahi
-saçma bir şeye aynı anda gülerken dikkatleri üzerimize çekelim
+fsdalfksdlşfas
+kugulu parkta iki bira çakıp kendimize geelim
-bir kelime bir çağrışım oynarken banktan düşelim
+eeheh
+ bir kelime bir çagrışım saatlerce sürsün
-evet sürsün
+sen servisi ucu ucuna yakala
-sen de aşti'nn yolunu bulama

+deniz baykal reklamlarında valla mı yazsın
-ahahahaha
+r.t.e reklamında kafasının ortasında atatürk posteri koysunlar
-anıtkabir'de fotoğraf makinesinin pili bitsin
+anıtkabir deki kuş kafeslerine dokunabilelim
-anıtkabir'de askerler nutuk çeksin dinlerken dalga geçelim
+aslanlı yol tadilatta olmasın
- di mi fera ferah yürümek varken
+evet
+istasyon dan sıhhıyeyi yine böyle rahatça bulabileyim
+ilk görüştüğümüz yerdkei garsonlar suratsız olmasın
-yine sezon açıkken gel bir oyun daha izleyelim
-beni tut sahneye fırlamayayım
+oyunu izlerken iki günlük uykusuzluk olmasın
-ha evet daha dinlenmiş olalım mümkünse
+oteldeki odanın elektriklerini nasıl açacagımı bileyim

+ha bir de pazar günü birbirimizi bulabilelim
+ben yukarı sen aşağı dolaşmayalım buluşma yeri etrafında
-ha evet bir de cumartesi gecesi alkol var mı gençler diyen park görevlileri olmasın
+olmasın ki iki bira çakabilelim
-elbette
+kıtırr da da iki bira çakalım
-sonra her bağrışmayı gol sanmayalım

+ego otobüsleri metroları ile ilgili bencillik tandaslı kelime oyunları ile siyasi laf geçirme yapalım
-büyükşehr bencillik yapıyor deyip yan çizelim

-ilk gezimizin teması tarihi yerler idi, ikincisi de doğal güzellikler olsun
-hacettepe'de piknik yapalım
+gittiğimiz oyun bile tarihiydi
-he ya
+şimdiki de pastoral olsun
-evet evet
-böyle köy hayatı filan
+evet evet
-şahane yahu ehuehue

+yedinci caddede kahve dünyası yakınlarında sigara satılan yeri daha kolay bulabileyim
-haa evet on saat dolanma mümkünse
-sonra o arka bahçeye sızalım otururken
+ehehe evet kesinlikle
-oturup kaldıydık yahu
+şş bize buraya servis yapı diyleim
-sonra etrafta rezil kahkahalar atan teyzelerle dalga geçelim
+dlşkfsdlfksafld
+teyzenin müthiş dekoltesine laf edelim
-ehehehe evet
-biz iki oturuşumuzda da kahve döktüydük di mi
+yok gece oturdugumuzda döktük
+ben - sen - ben kombosu şeklinde
-ya sanki gündüz de döktüydük gibime geldi
+valla hatırlayamadım ben
-pasaklıyız vesselam

+tiyatrodan dönerken otobüsteki o elektrik cızırtı olmasın
+çınlama
-off evet kulaklarımız çınlıyor gibi olmasın
-kuğulu'daki çeşme hakkında rivayetler uyduralım
+hikayesini yazalım hemen

-ben yine şehir rehberi olayım
+elbette
+mihmandar
-devlet daireleri hakkında olur olmadık şeyler söyleyelim
+ehehe
+avusturya yine nasibini alsın
-tabi ki
-sonra güpeündüz trafikte mahsur kalmayalım
+kale den dönüşte doğru otobüsü bulabilelim
-dolmuşa binmiştik di mi o zaman
+evet
-ehehe
-sonra kalenin tepesinde efil efil esen rüzgarlar olsun
+evet..ankara yı şöyle bir güzel görelim
-bu sefer daha çok gezelim
+evet..

Özledim yahu Ankara'yı. ama çok gri lskdfkldasjfldsajfksaklfksalf

4 Eylül 2008 Perşembe

Perfectly Exact

"Tüm bunların basit bir açıklaması olmalı" diye düşündü hızlı hızlı yürürken sokakta. endişeli görünüyordu dışarıdan bakıldığında muhtemelen. tırnak yiyerek ne olacağını heyecanla bekleyen ve yaptığı bir eylemin doğuracağı kötü sonuçlardan ürken bir adamın tedirgin korkalığını taşırken davrandığı gibi davranıyor olabilirdi adımlarını atarken. Kulağına zaman zaman bir şeyler oluyordu. bir anda hava akımı ile bağlantısı kesiliyor ve duyma yetisi azalıyormuş gibi hissediyordu. Sonra birden...yeniden normale dönüyordu. Sanki kulağının içinde biri sakız balonu şişirip duymasını güçleştiriyor, sonra da o balonu iğne ucu ile dokundurtarak patlatıp yeniden her şeyin eskiye dönmesini sağlıyordu. Kulağını yıkatma vaktinin geldiğini düşündü tüm bunlar olurken.

Aklından neler geçtiği hususu oldukça karmaşık lakin sadece geçilen akılın anlayabileceği derecede sistematikti. kusursuz bir sistem olmalıydı. Matematik her şeye kusursuzca otururdu çünkü. Ne eksik ne de fazla. exact.. doğru kelime buydu evet. exact. Tekrar gözden geçiriyordu olanları. Tam olmalıydı halbuki herşey. bir yerlerde hata yapmış olmalıydı. Çünkü şuan sistemin oluşturduğu yörünge, yani "raydan" çıkmış gibiydi durum. raydan kelimesi radyana ne kadar da çok benziyordu. Radyan dan dereceye dönüştürme programları yazdığı vakitler oldukça safi idi. temiz ve pak, klişe olacaktı ama kirlenmemiş vakitlerdi. Neden her şeyi çözüvermişti ki birden. Nasıl aklına gelmişti. Zaman zaman aklını gebertmeyi düşünüyordu. Zaten memlekette de aklını kullanıp rasyonel düşünmeye çalışanlar vurulmuyor muydu?

Bir kaç zaman önce -belirli bir zaman değildi, aslında tarihi iyi biliyordu da belirli değildi- çay içtiği esnada, apartmanın camından dışarıya bakarken apatmanın önüne parketmiş arabaları gördü. ilginçti fakat tüm park alanları numaralıydı. Sadece o araba parkedebilir. Bundan ziyade düşündüğü, o arabaya park için ayrılmış olması mı o alanın, yoksa park yerinin sadece o arabaya uyuyor olması mı temel faktördü bu belirleme için. bir kaç zaman sonra -???- düşündüğünde "kesinlikle ikisi de" diye cevabı bulduğunu düşündü kendi kendine.

Yürüyüşü şüphe uyandırır gibiydi dışarıdan bakıldığında. Kapşonunu başına geçirdiği bir eşofmanı vardı. Kafası iyice karışmıştı. bir yandan düşünüyor, bir yandan da bulamıyordu. Midesi bulanmaya başlamıştı biraz da. Bulamayış ya da bilip de konuşamayış ya da bilip de anlatmayı beceremeyiş nedne oluyordu buna "biliyordu". fakat bir türlü de hesaplamaktan kendini alamıyordu. Mutlak çözüm olduğunu görüyordu. Bu öylece ortada duran bir şeydi. Öylece..Sadece, doğru yere bakmak ile alakalıydı. Doğru yer, yanlış zaman, tanımadığı bir karşı cins ve bilinip de bilinemeyen yörüngeye sahip bir hikayeydi. Aslında yürüyenin düşündüğü şeyden tamamen bagımsız bir hikayeydi bu. yürüyenin düşünüp telaşlandğı başka bir şeydi.

Yeni türkü nün dediği gibi değildi aslında. "Başka türlü bir şey, benim istediğim". İstemenin ötesinde kendisinden bağımsız bir organizmik bütünlüğe haiz canlı cansızlıktı düşündüğü. Kafayı yemek üzereydi. Midesi gitgide bulanıyor, kusma önşartlarını oluşturuyordu yavaşça. yürüyen, bunu görüyor fakat o anda müdahale edemiyordu. Ne midesine ne de aklına.

sonra birden, durdu...

yürümeyi durdurdu. yürümesi durdu. yorgun hissediyordu. uyuyakaldı..

2 Eylül 2008 Salı

Salı Sallanır


uzayda, bizden daha ileride bir medeniyet olduguna inaniyorum. ama sadece 15 dakika ilerdeler. böylece randevularina da geç kalmıyorlar.

Woody Allen