31 Ekim 2008 Cuma

Siyah



Yine çok korkmuştum. Her zamanki gibi oraya sığınmıştım.Etrafında kuşların uçuştuğu caminin şadırvanının yanına.Kendimi biraz gevşettim ve buz gibi betonların üzerine oturup su içtim. Buraya gelirdim her korktuğumda.Nedendir bilmem;korktuğum şey her neyse hiçbir zaman buraya girip üstü açık avludan yukarıya bakamayacağını veya hiçbir zaman şadırvandan su içemeyeceğini düşünür,kendimi burada o şeyden kurtulmuş hissederdim.
Bu kez de koşa koşa hem de hiç olmadığım kadar hızlı olarak girdim avludan içeri. Bir an duraksadım. Nefesim, çok hızlı alınıyor ve veriliyor, terlerim mahkum oldukları derimden acele ile çıkıp yerlere damlıyorlardı.Kurtulduğumu sanıp rahatladım. Yavaşça yürümeye başladım bahçeden üstü açık avluya ve özgürlüğümün simgesi olan şadırvana doğru.
Yanımdan geçen insanlar bana çok garip bakmaya başladılar. Bir sevgili çifti gördüm yanlarından geçerken. Herhangi bir filmin, herhangi bir sahnesinde kahramanın gözünden ekrana yansıyan görüntü gibi geldi bana bu birkaç saniyelik öğreti anları. Onları yanımdan geçerken gördüm ve kısa süreliğine gözümü kilitledim. Erkek,kadını çekti kendine doğru hızlıca. Sanki benden kurtarmak istermiş gibi….
Biraz daha yaklaştığımda avluya,insanların benden kaçmaya başladıklarını fark ettim. Merdivenleri çıkarken arkamdan bir ses;
-Dur yoksa ateş edeceğim.
Aniden duraksadım. Gözlerime göründü şadırvan caminin avlusunun açık kapısından. Birden ellerime gitti gözlerim; kırmızı kan parçacıkları terlerim gibi yere damlıyordu. Gömleğimi beyaz sanıyordum giyerken ama kıpkırmızı olmuştu onu öldürünce. Korkmaya başladım yeniden, şadırvan gözlerimin önünde. Dört basamak kalmıştı avluya girmeye. Dört adım sonra kurtulacaktım bu korkudan. Bir anda yeniden bir uyarı geldi;
-Yüzünü buraya dön ve ellerini kaldır
Korkuyordum yine çok. Ama ilk defa birini öldürmediğimi fark ettim. Her korkum bir ölüme denkmiş meğer, her beyaz gömlek mahkummuş kırmızıya. Her şadırvan suyu bilincimi kaybettirmeye.
Girmeliydim içeri.Bir kaç adım sonra özgür olacak,onlardan kurtulacak ve şadırvana yapışıp "kana kana" su içecektim. Bir adım attım, bir adım daha kalbim hızla atmaya başladı. Şadırvan gözlerimin önünde. Birden aklıma geldi beş yaşında mahalleden alt sokağa doğru arkadaşlarımızla yaptığımız yarış. İlk defa aşık oldugumda onunla konuşuyor sanıp sokakta kendi kendime konuşmam ve ilk defa O’na kıymam.
Ben üçüncü adımı atamadım. Tanrı hiçbir zaman kötüleri evine sokmuyordu. Buna kötülükten kurtulmak için hep O’na sığınan şeytan da dahildi…


2001...

30 Ekim 2008 Perşembe

1947 den 2008 e ahlak değişimi(memesi)


Zaman zaman burada Orhan Veli'nin yazdığı bazı yazıları aktarmaya karar verdim. Bunlardan ilki ve şahsen benim en çok beğendiğim yazılarından da biri olan bir cevap yazısı. Vakti zamanında dönemin muhafazakar gazetelerinden "Milli Birlik?" gazetesinde Orhan Veli kendisine yöneltilen bazı tenkitlere cevap veriyor..Yazının cevap niteliğinden çok ilgimi celbeden özelliği 1947 den bugüne ahlak? kavramının kısıtlayıcı rolünün hep aynı kaldığı idi..Lafı fazla uzatmadan mevzubahis cevabı yazayım..

"Gazetenizin birinci sayfasında, yazarlarınızdan biri benden bazı sualler soruyor. Ama sonunda "Büyük adam olduğu için belki de sualerimize cevap vermeye tenezzül etmez" diyor. Estağfurullah! Hiç de büyük adam değilim. Onun için, sorduğu şeylere teker teker cevap vereyim. Yalnız, bu cevabın, o yazıyı okumuş olanlar tarafından, yani sizin gazetenizin okuyucuları tarafından okunmasını isterim. Bu itibarla mektubumun, Matbuat Kanunu'nun 48. maddesinin hakiki veya hükmi şahıslara bahşettiği cevap verme hakkına dayanarak, gazetenizin ilk çıkacak sayısının aynı sayfasının, aynı sütununda, aynı punto ile ve hiç bir yeri değiştirilmeden neşrini, neşrinden imtinaı halinde de imtina sebebinin mahalli Cumhuriyet Savcılığı'na bildirilmesini rica ederim.

Yarım yamalak bildiğim dillerden eserler, rubailer tercüme etmeye kalkıyormuşum. Olabilir. O dilleri hiç de bilmeyebilirim. Kelimelerini öğrenmek için lügate bakarım, cümle teşkillerini anlamak için ötekine berikine sorarım, ama gene de tercüme ederim. Tenkit etmek isteyenler alırlar o tercümeleri, asıllarıyla karşılaştırırlar, yanlışları varsa bulurlar, kötü yerleri varsa, tespit ederler, gösterirler. Ellerinden gelirse daha iyisini yaparlar. Tenkit eseri, tenkitle olur; hiç tanımadığı bir şahsın hiç bilmediği hususiyetlerini ileri sürmekle değil. Herhangi bir dili çok iyi bilir diye tanınmış bir zatın tercüme ettiği bir eser yanlışlarla dolu olsa bu eseri, o zat o dili çok iyi bilir diye, hoş mu göreceğiz?

Sonra, türkçe kitabına şiirimin alınmış olması meselesine gelince. Bu bir eş dost himmeti imiş. Evvela, peşin peşin, şunu söyleyeyim ki, Türkçe kitabını yazan zatın ne yüzünü görmüşümdür, ne de adını bilirim. böyle bir meçhul dostun ne gibi bir himmeti olabilir, anlayamıyorum. İtiraz sebebi benim yaşımda bir insanın mektep kitabına alınması meselesi ise o da pek o kadar yadırganacak bir hal olmasa gerek. Çünkü bizden evvelki nesillerin yazıları mektep kitaplarına alındığı zaman o yazarların çoğu benden daha gençtiler. Bütün bunlardan başka, mektep kitabına girmenin benim için hoş bir şey olmadığını da ilave edeyim. Mektep kitabındaki yazımın talebe için ne kadar sevimsiz bir şey olduğunu kendi talebelik hayatımdan bilirim. Yazılarımı okuyacak olanların onları bir zorlamayla değil, arzu ile okumalarını isterim.

Şimdi asıl meseleye, yani asıl sorulan şeye geliyorum. Mektep kitabında yazısı olan bir insanın, yani benim, bir başka kitabında açık saçık şiirleri varmış. Bu kitabı çocuklara okutmaları şart değil. Sanat meselesi ile ahlak meselesinin birbirinden ayrı şeyler olduğunu öğrenememiş bir Türkçe öğretmeninin kitabımı değil okutmak, eline bile almasına gönlüm razı olmaz. Ne okusun, ne de okutsun. Yalnız, hocanın talebelerine okutacağı kitapları seçmekte bir hayli güçlük çekeceğini sanıyorum. Aşk-ı Memnu'da bazı sahneler vardır. Eserin kahramanı olan genç kadın ayna karşısında soyunup çıplak vücudunu seyreder. Bu sane sayfalarca anlatılır. Bir başka yerinde de romancı, kadınların kendi aralarındaki muaşakalarını tasvir eder. Peki, ne olacak şimdi? Mektep kitabına Halit Ziya'dan parça alamayacağız, çocuklara onun kitaplarını okutamayacağız demek. İyi ama, gürültüye giden yalnız Halit Ziya mı? Öbür edebiyatçılarımızda da böyle şeyler yok mu? O halde onları da okutmamak lazım. Mesela baştan başa erkek aşkıyla dolu olan Divan şiirimizin adını bile anmamalıyız. İyi! Kitap okutmamak için bir çare daha bulundu demektir.

Şimdi o yazıyı yazıp, bana o sualleri soran zata hitap ediyorum. Dostum, küçük hırslar yüzünden büyük gafletlere düşüyorsunuz. Benim şahsım mühim değil; ben kötü de olabilirim. Mühim olan memleket meseleleridir. Bilmiyorum genç misiniz; ama gençlik namına gençlikle konuşuyorsunuz. Zihniyetinizin bir çok genci irticaa, taasuba sürükleyebildiğini farketmelisiniz. Milli davaları savunmak için çıkan bir gazetede millete gericiliği, bozgunculuğu değil, ileriyi, aydınlığı gösteren yazılar yazmalısınız.

Yazınızın bir yerinde de benim büyüklerle dost olduğumdan bahsediyorsunuz. Bunu söylemekle çok ayıp ediyorsunuz. Ben büyük adam diye kimse tanımıyorum. Bir yurttaş olmak sıfatıyla herkes kadar ben de büyüğüm. Cumhuriyetle idare edilen bir memlekette, üstelik halkçı bir memlekette, herkesin birbiriyle eşit olduğunu unutmamanızı rica ederim"

Orhan Veli Kanık 1.4.1947

28 Ekim 2008 Salı

T.C. Google Arama Motoru Genel Müdürlüğü



T.C.
Google Arama Motoru Genel Müdürlüğü
Arama Formu

........................
1. Aramak istediğiniz sözcüğü yukarıdaki kutuya okunaklı olarak yazınız.

2. Bu sözcüğü bulmanız halinde ne amaçla kullanacağınızı ayrıntılı bir şekilde anlatınız.
....................................................
....................................................
.........................

3. Daha önce bu sözcüğü aradınız mı ya da ailenizde arayan var mı, belirtiniz.


Ad-Soyad :
T.C Kimlik No :
Adres :

20 Ekim 2008 Pazartesi

Ankara yolları

Gecenlerde yazmıştım bir Ankara seyehati planladığımı. nihayet geçtiğimiz haftasonu bu Ankara yolculuğu gerçekleşti. Sevgili Marika ile birlikte yine tadı damağımda kalan bir haftasonu geçirdim.. Fakat Ankara da yapılanlar bir dahaki yazıya kalacak. Öncelikle, hem Ankara'ya gidiş hem de Ankara'dan dönüş yolculuklarımdan bahsedeceğim bu postta.

Geçen sefer olduğu gibi cuma geceyarısı Anadolu Ekspresi Treni ile saat 22.00 de Haydarpaşa'dan çıkıp sabahın erken saatlerinde (07.20) Ankara'da olmak üzere kurmuştum gidiş yolculuğumu. Bir şaşma olmadı planlarımdan. Trenle yolculuk ederken insan, otobüsten daha fazla hissediyor yolculuğu. Nasıl diyeyim bilmiyorum. "Yol"a has bir çok hissiyatı, düşüncelerin daldan dala atlamasını veya sebepsiz duygusallığı da daha fazla hissediyor..Hele ki gece yolculuk ediyorsanız ve trendeyseniz.. Elbette çok fazla şey gelip geçti kafamdan her yolculugumda olduğu gibi. Orhan veli'nin yol üzerine söylediği sözleri bolca yad ettim yeniden.. Fakat bu yolculukta yanıma almayı unuttuğum iki önemli edavatım vardı. Bulardan birisi yolculukların olmazsa olmazı, içerisine yola yakıştığını düşündüğüm şarkıları doldurduğum mp3 playerım, diğeri ise evden biraz aceleyle çıktığımdan ötürü fotoğraf makinamdı. Maalesef bu gezinin bir çok güzel anını fotoğraflayamadım. Fakat aklımda sonsuza kadar yer edecek bir, haftasonu oldu..

Trenle, İstanbul'dan Ankara'ya gitmiş olanlar bilirler. Eskişehirden sonra tren yarı yarıya boşalır. İlk başlardaki kalabalıktan eser kalmaz..Ben de o gece trene bindiğim ilk andan beri trende bir şeyler yemeyi planlıyordum. Yemekli vagon pek şık görünmüştü gözüme. Gecenin ilerleyen saatlerinde Ankara'ya varmak üzereyken yavaş yavaş aydınlanan hava ve gündoğumuyla trende kahvaltı yapmak fikri kafamın içine iyice yerleşti. Geçen ziyaretimde bahar olduğu için hava yaklaşık saat 05.00 gibi aydınlanmıştı lakin bu kez 06.00 ya kadar bekledi aydınlanmak ve beni de gündoğumuyla trende kahvaltı zevkine ulaştırmak için..

Saat altıyı az geçe yemekli vagona geçtim(Bu arada birinci vagondaydım, yemekli vagon ile arasında yamulmuyorsam tam 7 adet vagon var). yemekli vagona geldiğimde trenin de Eskişehir'den sonra boşalmış olmasının da etkisiyle içeride başka yolcu yoktu. Durup düşündüm, bir insan elinde imkan varken nasıl böyle bir güzelliği kaçırabilirdi ki. Günün aydınlanşına trenin otantik havasında kahvaltıyla eşlik etmek. Hani abes gelebilir ama aynı saatte vapurda simit çay içiyormuşsunuz da martılarla konuşuyormuşsunuz gibiydi. Hatta, ondan çok daha iyiydi. Kahvlatı tabağı söyledim. Hazırlanıp geldiğinde tam da istediğim gibi hava yenhi yeni aydınlanmaya başlamıştı. Ankara'nın kendine has topraklı havası ve şarka yakışan bozkır gündoğumu penceremden dışarıdaydı ve ben son yılların en güzel kahvaltısındaydım... Bundan sonra Ankara ziyaretim nasıl kötü geçebilirdi ki..Her şeyiyle harika iki gündü.. Bir de kahvaltı sonrası çayı ile sigara içmek isterdim lakin artık trenlerde sigara tamamen yasaklanmış.. Güne Ankarayla, tertemiz kokulu bozkırı izleyerek camımdan, ve her şeyiyle iştah açıcı bu görüntüye günün en naif yemeği kahvaltı ile başlıyordum.. müthişti..Asla unutmayacağım ve bundan sonra yine trenle yolculuk yaparsam mutlaka ama mutlaka ika edeceğim dakikalardı..sadece bunun için bile daha uzun saatler süren toplu taşımaya dayanabilirim..Eğer fırsatınız olursa bir gün mutlaka, ama mutlaka yapın bunu.. Hayatta çok az şey böyle huzur verebiliyor insana..

...

Bu üç noktanın nedeni Cumartesi ve Pazar günleri, yine yeni yeniden çok ama çok çok güzel geçen Ankara ziyaretime dairdi. Başta da söylediğim gibi ona diğer postta değineceğim.. Üç noktanın sonrası ise dönüş yolculuğuma dair.

Geçen dönüşümüde otobüs ile yapmıştım. Oğlak burcu olduğum ve geleneksellik tarafım dominant olduğundan bu kez de elbet otobüs kullandım dönüş için. Saat 23.15 de Ankara'dan İstanbul'a doğru yola çıktım. Varan ın kapalı devre müzik yayınında, kanalların birinde Deniz Seki'nin "Sahici" isimli albümü vardı. Deniz Seki'yi hep sevmişimdir. Özellikle "acele" şarkısından sonra.. Sahici albümünü de ilk çıktığı günler indirmiştim ve ilk başta albüme ismini veren "sahici" ile "aptal" şarkılarını pek begenmiş buları dinlemekten diğerlerine ilgi göstermemiştim. Elbetteki albümün dolu bir albüm olduğunu tahmin ediyordum da, ilgim hep bu iki şarkıya kaymıştı. "Tutma kendini" gibi çok bileni olmayan ama tam tam tam her şeyiyle yola yakışan şarkıları olan deniz seki nin acele albümünde de yola çok yakışıyor bir çok şarkı. Gece yolculuğuna çıkıp, kulağınıza deniz seki nin sesinin duyulduğu bir seyehati gerçekleştirin derim..Hani o yola has düşünceler, hisler var ya, işte deniz seki de o hislerden bolca var. Sahici albümünü indirip, gözlerinizi kaptarak geceyarısı yola çıkmış olduğunuzu, harika bir haftasonunun ardından mutlu biçimde döndüğünüzü ve bildiğiniz gibi sadece ama sadece yolda olan hissiyatlar, düşüncelerle birlikte dinleyin..Eğer yolculuk esnasında dinlemiyorsanız, gözlerinizi kapatıp bir de öyle dinleyin..

Şimdilik bu kadar, daha sonra ikinci kısımda, harika geçen ikinci Ankara ziyaretime dair yazacağım. Kalın sağlıcakla...Ömrümüzü yedin bitirdin sen Gülşen Bubikoğlu'nun "Evcilik Oyunu"nda taktığı peruk kldfjklasdfjkasdfkjlsdkjl.

16 Ekim 2008 Perşembe

Beyaz


Bu şarkıyı dinlediğinde aklına hep O geliyordu. Onu devamlı düşünmek için hep bu şarkıyı dinlemek istiyordu.Onun hayalinde daima aynı kişiydi siyah; ve hayalini seviyordu siyahın kendinden çok.Hiç bir zaman dokunamadığı,konuşmaya cesaret edemediği siyahın hayali ona yetiyordu.

Onunla sohbete korkardı.Hoşlanmayacağı bir şeyi söyleyeceği düşüncesi bir türlü konuşturamıyor,dokundurtamıyordu onu siyah’a.Kendini beyaz diye tanımlıyordu ona karşı.Bir türlü ortak birleşimi bulunmayan renk tabakasının iki ucundaki birbirleriyle görüşemeyen konuşamayan aralarındaki yüzlerce rengin başı ve sonuydular.Onlar birbirlerini görene dek KIRMIZI aralarına çoktan girmiş oluyor ve her birine farklı renkler gösteriyordu.

O’nu çok istiyordu Beyaz fakat insanlar renkleri öyle tanımlamışlardı.Siyah her zaman zıttıdır beyazın ve daima beyazın düşündüğünün tersidir siyahın aklındaki.
Beyaz yavaş yavaş kararmaya başlamıştı.Siyahın giydiğini giyiyor,onun düşüncesine destek çıkıyor,kırmızıyı bir hamlede geçip Siyah’a ulaşıyordu.O kendini Siyah’ın bir parçası olarak görüyordu.Prizmadaki renkler gün geçtikçe şaşırıyordu Beyaz’a.Beyaz her şeyi göze alarak saflığından ödün vermeye başlamıştı “insanlara göre”.Siyahını bulmuştu sonunda.Yavaşça siyaha boyanıyor önce gri,sonra mavi nihayetinde siyah oluyordu.

Bir sabah güneş vurduğunda prizmaya,simsiyah yansıyordu karşı tarafa.Yanına baktı kafasını çevirip,kimseyi göremedi.Sonra geldi ve sordu ona Siyah “Neyin var?” diye BEYAZ hırkasıyla…..

2001......

15 Ekim 2008 Çarşamba

Perfectly Exact #3

A' nın anlayamadığı ne yaptıkları idi. C, sorgusuz sualsiz onu almış ve bir yerlere götürüyordu. Üsküdar'ın sahilyolunda gecenin ilerleyen vakitleri olarak gösterilebilecek herhangi bir zaman diliminde yürümekteydiler. Biraz soğuktu ve üşüyen başını örtmesi için kapşonunu pamuklu ama ince yeleğinin aidiyetiyle birlikte başına geçirerek C'nin iki adım kadar gerisinden takip eylemini gerçekleştiriyordu.

Ne düşündüğünü anlatmaya çalışsa beceremezdi herhalde. Zaten bunun için anlatmıyor, düşünüyordu ya..Dışarıdan bakıldığında şeri hükümlere tabi karı kocaya benzer bir takip mesafesi varken, aslında bunu pek de umursamayan A, aklından binlerce fikir geçerek yoluna devam etme çabası içerisindeydi. Güvenli miydi C'nin yolu bilmiyordu da içindeki dominant itimat olarak gösterebileceği şeyin derininde yatan "yapacak başka bir şeyim mi var" sorusunun cazibesiydi takip etmektedi amacı herhalde. Hoş bunu da bir an düşünüp silmişti kafasından. Ne düşündüğünü anlatmaya çalışşa beceremeeyceğinin en yakınsak silüetiydi bu durum aslında. Bir an ya da "an" dan daha küçük zaman dilimi varsa o zamanda aklından parmakla sayamayacağı bollukta düşünce cirit atmaktaydı. Anlatmaya kalkacağı an başka şey düşünmeye çoktan başlamıştı bile. "Senkronizasyon asıl sorun" diye düşündü birden. Düşündüğünü, düşündüğü vakitte söyleyebilmek...

Aslında düşüncesini sabitleyebilen şey uzaktan gelen ve kulağının hassas biçimde ön plana çıkardığı şarkılardı. Şarkıyı duyduğu vakit ya o şarkıda anlatılan duruma kendi hayatından uygun örnekleri hatırlayıp gülümsüyor ya da üzülüyor, ya da acaba o örnekler şöyle olsaydı diye düşünerek o ilk düşündüğünü şarkıya uydurmaya çabalıyordu kontrolsüzce. Biraz bu durum üzerine düşündüğünde aklına geldi ki, her iki durumda da aynı geçmişi şarkıya uydurmaya çalışıyordu. mutlak bir kılıf bulmak veya, o şarkıya uyan ana temel üzerindeki hikayeyi kesip biçerek daha uygun ve "hissedilebilir" hale getirmeye çalışmaktı asıl yaptığı. Her durumda, temelde aynı hikaye ile oynuyordu. Bir an her durumda düşündüğü tek şeyin bu olduğuna kanaat getirdi ve daha da önemlisi artık her şarkıya uydurulmaktan, iyice eğilip bükülmüş bu hikaye aslını kaybetmeye başlamıştı. Her ne kadar şimdi aklına gelen bu düşünce doğrultusunda orjinal hikayeyi hatırlamaya çabalasa da, duyacağı ilk şarkının o hikayeyi büzeceğinden emindi.

Büzülmek kelimesini düşündüğünde aklına ilk olarak izafiyet teorisi geliyordu. Gerilerden bir derya köroğlu sesi geliyordu. "Bir karanfil, yağsa yağmur, büyülense yeniden dünya.."

C, arabaya binmiş ve kontağı açınca arabanın teybine takılı cd çalışmaya başlamıştı bile. "Pek de derinlerden gelmiyormuş Derya abinin sesi" diye aklından geçirerek şöför kapısı olmayan ön kapıdan içeriye doğru kafasını eğdi ve arabada sürücü kimliğine bürünmeye çalışan C'ye baktı. A'nın dışarıda öylece durduğunu gördükten sonra, şimdi, tam da şuan etrafa saçacak pek zamanları olmadığı aklına gelen C, hazırlanışını durdurarak daha doğrusu kendisi tamamen hareketsizleşip, dışarıdan arabanın içerisini izlemekte olan A'ya bakarak "Bin.." dedi.

C'nin arkasından yürümeye başladığında kafasında dolanan ve her duruma uydurmaya çalışarak orjinalliğini yitirmeye başladığına kanaat getirdiği "aşk" hikayesinin üzerinden pek de zaman geçmiş olmalıydı herhalde. Aslında çok vakit geçmemişti. Bir kaç dakika yürümüşler ve şimdi araba ile Harem'in önünden geçerek d-100 e çıkmak üzereydiler. "O halde" diye düşündü A "fazla şey düşünmüş olmalıyım ki geçmişte kalmış gibi geliyor." Bir yandan, gördüğü rüyanın etkisi de üzerindeydi. Vurulmak nasıl bir his olmalıydı ki. Hoş.. vurulduğunda bir şeyler hissetmişti ve hissettiği an uyanmıştı. Eğer hiç vurulmamışsa vurulmanın fiziki etkisini, beyni nasıl bilebilirdi ki uyanmadan hemen önce, hani o andan daha kısa olan zaman dilimi varsa, o kadar zaman önce her ne kadar soyut görünse de fiziki etkisini vücuduna hissettirebilmişti?

9 Ekim 2008 Perşembe

Sigara?

o kadar sevdim ki resmini
işte bugün konuştu benle
"yorulmuştum çalışmaktan"
karda uzun yürüdük senle
geceleri resmine baktım
olanları anlattım
seni bir görsem diye diye
uyudum yağmurun sesiyle

o kadar sevdim ki resmini

biliyorum görünce beni
hep tanıyordum diyeceksin
rüyalarımda hep sen vardın
hep tanıyordum diyeceksin
okuduğum her cümlede
konuştuğum her insanda
gördüğüm her güzellikte
sen de varsın
"sen hep varsın".

8 Ekim 2008 Çarşamba

My Cabbages!!!



Canım inanılmaz biçimde lahana yemek istiyor şuan.. Manavdan alıp yıkadıktan sonra göbeğini kütür kütür yemek hem de..

7 Ekim 2008 Salı

Mavi



Arabasını, marinanın yanındaki park yerine, biraz uğraşsa da park etmeyi başardı. Koyu mavi Peugeot 307 nin kapılarını, elindeki uzaktan kumandalı anahtar ile kapatmaya çalışırken bir yandan da tertemiz görünen beyaz üzerine ince kırmızı çizgili gömleğinin cebinden çıkarmaya çalıştığı ve akabinde de muhtemelen murphy kuralları gereği anahtarı tuttuğu elinin tarafındaki pantolon cebinde bulunan çakmakla yakmayı deneyeceği kısa Parliament sigarasını yokluyordu. Yeni akşam olmuştu. Daha şimdi..Saate baksa 21.05 i göstereceğini düşünebilirdi, merak etseydi zamanı.

Sigarasını içene kadar, deniz kenarında dolaştıktan sonra, önceden sıkça geldiği, marinadaki cafeye girmek için ilk adımını attı. Eskiler dermiş, sağ ayakla bir yere girmek hayırlıdır diye. İçeri girerken bu söz aklına geldi. Bir süre duraksadı ve hangi ayağıyla ilk adımı atacağını düşündü. Bu düşünce uzayınca, rahatsız oldu lakin kafasından da atamıyordu. “hangisiyle girersen gir” diyordu içinden de beyni de hangi ayagını attığını takip ediyordu. Kontrol etmesi imkansızdı bu dürtüyü bir defa aklına yerleşmesinin akabinde.

Oturup fincan çayını söyledikten sonra, eskiden (aslında şimdi de) sesini Funda Arar’a benzettiği ve gücü olsaydı mutlaka albüm yapması için destek olmayı hayallediği amatör hanımefendiyi dinlemeye koyuldu. Önceden buraya arkadaşlarıyla gelirdi. Küçük ama değerli bir arkadaş grubu vardı önceden ve o zamanlar o beş, azami altı, kişi birlikte gelirlerdi buraya. How i met your mother ın baş kadrosu gibi bir grup sayılabilirdi bu topluluk. İki yıl kadar önce kademeli olarak irtibatı azalmıştı. “Hayat” diye geçirdi içinden, bu düşüncelere daldığının farkına varmadan sahnedeki hanımefendinin sesi ile.

İkinci çayını bitirmek üzere iken, sahnenin oldukça yakınında oturan birine takıldı gözü. Aslında gözü takıldığı birinin gözünün, kendisine takıldığını fark ettiğinde takıldı gözü denilebilirdi. Garipti ama iki göz aynı anda birbirine takıldığında, bakışlarını çekmesi adettendi de bu kez çekememişti. Çok fazla olmasa da ilk defa baktığı birine göre, fazla denebilecek çarpıntıyla adam bir yandan şarkılara eşlik ederken ses çıkarmadan sadece dudaklarını hareket ettirerek diğer yandan da bakmaya devam ediyordu. Bu adam için geçerliydi lakin kadın da zaman zaman masadaki arkadaşını dinler gibi yapması haricinde şarkılara onunla birlikte bakarak ve ne tesadüftür ki o da ses çıkarmadan dudaklarını oynatarak eşlik ediyordu.

23.14 olmuştu vakit (bu kez saatine bakmıştı). Cebine ödediği hesaptan kalan paranın üstünü atarak, denizin de etkisiyle arkasına hafifçe vuran ilkbahar esintisiyle arabasına doğru gidiyordu. Tam da arabasına ulaştığı anda, az önce zaman zaman dinler gibi yaptığı arkadaşını uğurlayan kadın, otoparka arabasını almaya gelmişti. Anahtarının düğmesine bastı ve adamın üç araba solundaki kırmızı Peugeot 206 buradayım dedi kendi dilinde. Adamı görünce duraksadı. Adama benzer biçimde giydiği beyaz üzerine kırmızı gömleğinin, yakasına iliştirilmiş fularına götürdü elini önce. Duraksayarak adamı selamladığında adam onun yanına doğru harekete geçmişti. Onun yanına ulaşana kadar, az önce aldığı selama karşılık vermeyi ihmal etmemişti. Elbette iki selam da en zarif beden dili ile cereyan etmişti. “Merhaba” dedi kadın. Adam gülerek yanına geldi ve zaten selam verme işlemini gerçekleştirdiklerini düşündüğünden olsa gerek “Peugeot sevdiğini biliyordum…Sevmeliydin..” dedi kendince haklı çıkmış olmanın gurur ve neşesi yüzüne yansımış biçimde.


“Saat kaç” dedi kadın Mia Wallace ın Pulp fiction da bahsettiği garip sessizliklerden biri olduğunu ve onu atlatmaları gerektiğini düşünerek. Kadının yanında, mavi arabasının ön tarafına yarı oturmuş yarı ayakta duran adam “gece yarısına beş var” dedi. Sonra sessizlik oldu..Adam kadına baktı..Kadın adama..Adam kadına baktı..Kadın adama…”Seviş benimle” dedi adam..

Sabaha karşı, kaldığı apartmanın önündeki yerine park ettiğinde aracı, gökyüzünü süzüyordu içten bakışlarıyla adam. Gün ağarmak üzere harekete geçmişken mavi..ama değil.. renkteydi gökyüzü ve tüm geceyi bomboş geçiren sokakların dolduğu temiz havayla birlikte içeriye yürüdü. Evinin kapısını kapatıp içeriye girdiğinde, bunun bir çok şeyi kapatmak için yüklediği mecazi anlam taşıdığını biliyordu. Kravatını takmak zorunda hissetti kendini birden. Salondan geçerek odasına doğru yürüdü..Üzerini değiştirip yatağa girdiğinde, yatağın diğer tarafında yatan uyanmıştı..Uykulu gözlerle yatağın yanında bulunan saate baktı. 05.40 ı gördüğünde, üzerini değiştirip çoktan pijamalarını giymiş otuzunun ortalarına ulaşmış(şair çok iyimsermiş gerçekten…) olan kocasına baktı. “Sabah olmuş” dedi. Kafası, dengesiz bir zamanda kaldırılmış olduğundan gerek, daha fazla ayrı kalmak istemediği yastığa götürdü.. “Bir sigara içeceğim” dedi adam. Balkona çıkmak için yataktan kalktı..

5 Ekim 2008 Pazar

Dönüş yolu..Haftanın sonu..

Dokuz günlük bayram tatili sona ermek üzere...Valizinizi hazırlarken ya da geri dönüşte, şehri terkederken eşlik edebileceğiniz tatil sonu şarkısı pinhani den..

Allez Sochaux


Bilenler bilir, avrupa dan favori takımım Fc Sochaux dur. Bu sene işler bizim için iyi gitmiyor. şu ana kadar sadece dört beraberlik alan soşomuz, son puanını tüm hafta boyunca puan çıkartacagımıza inandığımız zorlu nice deplasmanından aldı. gelecek hafta Auguste bonal da, mabedimizde, Le Havre ı ağırlıyoruz. geçen sene son haftalarda müthiş performans ile ligde kalmıştı soşo. Desteğimizi de eksiksiz vermiştik. bu hafta Le Havre maçına bunalımdan çıkış maçı olarak bakıyoruz ve elbette soşo aslanlarımızın kazanacağından şüphem yok. Allez Sochaux!! Şu dünyadan Auguste Bonal stadında bu taımın bir maçını izlemeden göçmek istemem doğrusu.

2 Ekim 2008 Perşembe

Perde..

Son zamanlarda en severek izlediğim dizilerden biri mad men. büyülü atmosferiyle bir anda kendine kaptırtan.. Bayram sonu şarkımız bu diziden..