28 Kasım 2008 Cuma

Perfectly Exact #5

Saçlarını düzeltip kapıdan içeriye girmeye hazırlandığında, kapının diğer tarafında ne tür aksesuarların mevcudiyetini devam ettirdiğini düşünüyordu. Eğer ayna varsa, aklına ilk Jeff Murdoch'un geleceğini biliyordu. daha içeriye girmeden aklına geldiğine göre oldukça koşullanmış demekti kafası bu duruma. Nitekim kendisinin içeriden beklendiğini söyleyen kapı önü sekreterinin yamacında araladığında kapıyı, karşısındakine bakmak yerine odayı kolaçan etti. Geniş bir odaydı. Duvarları sarımtrak renge bürünmüş, şık bir ofis takımı eşliğinde girdiği kapının tarafında ve ofisin sahibi olan çalışanın(gelin buna da E diyelim) tam olarak karşısındaki plazma tv nin solunda ufak bir dolap ve onun da yanında, ilk gördüğünde başka bir odaya açıldığını düşündüğü ofis takımı renginde olan kapı duruyordu. Neyse ki görünürde (en azından karşısında) bir ayna bulunmuyordu A'nın.

İlk tokalaşma anı mükalatlarda verilecek olan kararın %30 una tekabül eder denir. Etkili ve kendine güveni olan bir el sıkışmanın cereyan ettiği konusunda ikna oldu A. Bu tokalaşma için masasından kalkıp ofisin ortasına kadar gelen ve A'yı karşılayan E yerine dönerken bir şey içip içmeyeceğini sordu. Tevazudan olsa gerek, çay istedi A. Telefonu kaldırdıktan sonra lakin sekreterini arayacak tuşa basmadan da hemen önce E duraksadı. "İnce belli mi, fincan mı?" diye sordu. Hiç beklemeden "ince belli" diye cevap verdi A.

Ne iş yapacağını tam olarak bilmiyordu A. C'nin de alt departmanların birinde çalıştığı bu şirket (gelin bu şirkete de F diyelim) C'ye göre tam da A gibi birini arıyordu. Mülakatta belirli bir süre A'nın geçmiş yaşamının konuşulması akabinde, halen ne iş yapacağını bilmeyen A bu konuda bir soru sorması gerektiğini düşündü.

"Şirketteki pozisyonum ne olacak"
"Karar vereceksiniz."
"Pardon?"
Bu anlaşılmazlığı beklediği her halinden belli olan E, dudaklarını birbirine iyice kenetleyerek ve ellerini de bir süre "nasıl etsem de anlatsam" sözcüğünü ima eder biçimde ovuşturarak bekledi.

"Bildiğiniz gibi F, ulusal ve uluslararası alanda faaliyet gösteren çok yönlü bir çok şirketin ortak merkezi olan beyin takımının çalıştığı bir yerdir."
"Ben, nevresim takımı ürettiğinizi sanıyordum."
"Ah, o da var. fakat sizin işiniz o olmayacak. F'in asıl hizmet noktası, F1, F2, F3 gibi şirketlere strateji üretmektir."
"Bu şirketler F grubuna mı bağlı. Ben bir ticari gruba dahil olmadığınızı sanıyordum"
"Değiliz."
"Anladım."
"Pozisyonunuz, belli gruplara strateji ve hamleler üretmek olacak. Size, neredeyse bütün kaynaklarını açacaklar. Ayrıca yine F bünyesinde toplanan diğer şirketlere ait tüm istihbarat bilgileri de elinizde olacak. Demek istediğim A bey, geleceği görmeniz gerekecek. Gelecek de bir gün gelmeden gerekirse verdiğiniz kararlarla onu değiştireceksiniz."

Bu açıklamadan oldukça etkilenmiş ve fazlaca da korkmuş olan A, sorumlulukları düşünmeye başlamıştı bile. Aslında istediği tarz bir görevdi bu. Parası da fazlasıyla tatmin ediciydi. Fakat piyasada genelde yatak takımları üreten bir şirket olarak bilinen ve sadece zorunda kalanların bildiği bir strateji belirleyici olduğu bilgisini bir zaman önce öğrenen A, bu gizli tutulmaya çalışılan fakat isteyen herkesin öğrenebileceği F şirketi özelliğinin itibarını taşıyıp taşıyamayabileceğini değerlendirmeye başlamıştı çoktan.

27 Kasım 2008 Perşembe

Görmek Lazım


Memlekette, görmek istediğim şehirler listesinin üst sıralarında yer alıyor Samsun. Zaman zaman hem maddi hem de vakit anlamında ziyaret etme şansım olsa da tercihimi başka şehirlerden yana kullandığımdan ötürü, bir türlü görüp gezmek, bir kaç gün orada bulunmak nasip olmadı.

"Samsun'un ne özelliği var da görmek istiyorsun" diyene, cevabım bir yıl önce izlediğim bir ntv programı olacak. Programın formatı gereği, her gün farklı bir şehirde bulunan ntv ekibi o şehir hakkında konuşuyordu hem halk ile hem de şehrin önde gelenleri ile. Sanırım 22 temmuz 2007 seçimleri ile alakalıydı. O programın Samsun ayağında şehrin önde gelenlerinden bir kaçı turizmden yakınıyordu. "Samsun'da çok güzel yerlerimiz var gezip görülecek hoşça vakit geçirilecek ama bize hiç turist gelmiyor" diye üzgün üzgün konuşup müteessir bakışlarını da attıktan sonra programı izleyen kendimden "kıyamam, ben gelirim size yahu" şeklinde sesler çıktığını farkettim. İşte Samsun'u görmek isteme nedenim budur. O gün bugündür bir samsun ziyareti planlıyorum. Umuyorum yakında da bir haftasonu için gideceğim.

Efenim genelde pek adını duyuramamış fakat gittiğinizde içinde hoş hava bulunan şehirleri merak ediyorum genelde. Mesela Bilecik. Bileciğin içinden çokça geçtim trenle fakat içinde olup gezme fırsatı bulamadım. Ne yapar Bilecik'liler haftasonu? Günleri nasıl geçer. Nerelere takılırlar. Sinemaya ilgi ne kadardır? Akşamları neler olur bu şehirde? Merak ediyorum hep bunları. Böyle bir kaç yere sadece gözlem amacıyla gitmek, yapılacaklar listemde kendine üst sıralarda yer buluyor hep. Bir kaç tanesine gitmiş ve gözlemlemiş olmaktan da pek mutluyum şahsen.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Yollar Bize Memleket

Hakikatten boş olmak çeneye fena vuruyormuş arkadaş. Şu kasım ayının çoğunu işten ayrıldıktan sonraki nekahet dönemi oluşturunca bir aydaki en çok post yazdığım dönem ünvanını da ele geçirmiş kasım ayı. Neyse efenim bugün bahsetmek istediğim şey, yine çakma bir intak mevzusu aslen. daha önce günlere dair böyle bir yazı yazmıştım. Bugün de dört farklı yolculuk çeşidini ele almak istiyorum müsadenizle.

En basitinden istanbul'dan Ankara'ya gitmek isterseniz, tespit edebildiğim kullanabileceğiniz dört toplu taşıma yöntemi mevcut. Diğer şehirler için de genellenebilir fakat tümevarım işlemi sonradan da yapılabilir. Şimdilik sadece istanbul ankara minvalinde genel bir değerlendirme yapalım.

Bu yollardan ilki Tem otoyoludur. E-80 olarak da geçen bu yolda genellikle şehirlerarası otobüsler seferlerini gerçekleştirirler. Bu yolun kendine has bir karizması fazlaca mevcuttur elbette. Bir kere memleket üzerindeki en bakımlı ve en rahat, en konforlu karayoludur. Diğer karayollarına göre, üzerinde taşıdığı snob havası doğuşundandır. Şimdi bu adamı şöyle tarif edebiliriz. Gecelerini Paris'in dört kat aşağıda bulunan jazz cafelerinde entelektüel biçimde takılarak geçirir. Popüler olan şeyleri pek sevmez. Lakin bu aslında kendi sevgisizliğinden değil, toplumun ona biçtiği üstün rolden ötürü mecbur kaldığı bir davranış türüdür. Yani bu Tem evinde gizli gizli ibrahim tatlıses dinler. Toplumda ukala ukala takılır. Popüler olan her şeyden nefret ediyor gibi görünmesine rağmen aslında kendisi bizzat popülerin karşılığıdır bu alemde. Onu üstün kılan özelliğinin sosyal alanda olduğunu düşünür. Mesela onda yolculuk yapmak için ücret verilmesi gerekir. Bu sosal ayrılıkçılık, zamanın kapital toplumunda ona ağır ve karizmatik bir yer biçer. Hatta öyle ki, çok fazla popüler olmaya başlayınca kendisi üzerinde yolculuk yapanları dahi sınıflara ayırmıştır. Mesela Tem'den yolculuk eden sosyal sınıfın en alt tabakası nakit gişesine gider. Orta sınıf ve memurlar ise kgs gişelerine giderken üst sınıf ogs den geçer. Kendisinin yollar arasındaki ayrımcılığın merkezi olduğu su götürmez. Peki bundan rahatsız mıdır? Tabi ki hayır. Fakat efenim kendisinden gitmeyenleri de küçük görmez. öyle yeşilçam da gösterilen serseri zengin tipi gibi değildir bu yol. Canayakın olmaya çalışır elinden geldiğince. Yalancı Yarim filmindeki Hulusi Kentmen'in oynadığı zengin Derviş Zaim(Zaim ne lan Başak olacak o lşskdflşsflş) az çok bu yolun karakterine sahiptir.

Bir diğer yol ise D-100 karayoludur. Halk arasında e-5 olarak da geçer. Bu yolun pabucu, TEM'in ortaya çıkışı ile dama atılmıştır. Amma velakin TEM ile çıktığı hakimiyet mücadelesinde şehirlerarası yollar düşerken, şehiriçi yollar halen D-100'ün kontrolündedir. Ya para vermek istenmediğinden ya da şehiriçinden gitmek istendiğinden ötürü tercih edilir D-100. Halka, Tem'den daha yakındır. Nasıl diyeyim efenim, yaşamın birebir içindedir geçtiği her yerde. Mesela D-100 e bir köyde de rastlayabilirsiniz, İstanbul'un ortasında da. Bu geniş halka yakınlık onu pek sevilen biri yapar. Son derece sosyaldir. Örneğin, bir gece eğlenmeye çıkıldığında, çalan şarkılara eşlik ederke grubun utangaçlığını üstünden atmasını sağlayan ya da efenim ne bileyim, birisi hata yapınca "olur öyle hangimiz hata yapmıyoruz ki" şeklinde biraz daha pozitif yaklaşan da bu arkadaştır. Amaa vukuat dedim de öyle onu kavgadan kaçan bir tip olarka görmeyin. Bir kavga mı oldu D-100 ya kavgayı yatıştırmak için ya da bizzat kendisi arkadaşlarının yanında olmak için kavgaya katılır.

Bir diğer yol ise, demiryollarıdır. TCDD'nin hakimiyetindeki bu yollar devlet kontrolünde olmanın da etkisiyle ağır bürokrasiye sahiptir. Lakin efenim otogargarayı izleyenler hatırlayacaktır eğitim sistemine karşı geldiği için devamlı sürülen öğretmeni. TCDD de biraz öyledir. Yıllar boyu önemi yadırganamazdır. Demiryolları köklü bir tecrübeye sahiptir. Hani görmüş geçirmiş bir amcanın yirmilerinde bir gence tam da onun dilinden konuşarak tecrübelerini aktarıp nasihat etmesi gibi şefkatlidir de. Şunu yapma demez, onu yapmamanız gerektiğini, anlattığı güzel bir hikaye veya deneyimle süsler. köklü bir tecrübeye sahiptir dedik ya. Mesela efenim birinci dünya savaşının nedenlerinden biridir hatta hicaz demiryolu. Dünyanın bir çok yerinden getirdiği bilgelik ve deneyimle yanınızda olur hep. Avatar The Last Airbender'daki General Iroh işte bu demiryolları karakteridir. Görmek isteyene çok şey anlatır..Çok şey katar..

Son yolumuz ise havayolları efenim. Bu gerçekten şeker bir karakterdir. Her zaman çok elit bir görünüme sahiptir halkın gözünde fakat hiç çıkıp da kendini göstermeye çalışmaz. Ya da ne bileyim efenim mesela x5 ini alıp hatun kaldırmak veya gösteriş yapmak için kullanmayı düşünmez. Öyle kendi halinde yaşar. Ona gelenleri pek samimiyetle kucaklar fakat ona soğuk olanları da anlamaya çalışır. Mesela efenim İstanbul'lu ile Ankara'lı arasında zaman zaman farklara dair örnek veririm. Örneğin diyelim ki atıyorum Radio Tarifa konseri vardır. İstanbul'lu bu konsere "aa herkes gidiyor ben de gitmeliyim" şeklinde yaklaşırken Ankara'lı "aa RAdio Tarifa mı ben çok severim onları, gideyim." şeklinde yaklaşır. Tabi ki bu genellemenin her daim doğru olduğunu söylemiyorum. Gördüğüm bir kaç şeye istinaden söylüyorum. İşte havayolu bu genellemedeki Ankara tarafıdır.

25 Kasım 2008 Salı

Sevdiğim ufak tefek şeyler #2

* Güzel bir yemek yedikten sonra masaya gelip "çay alır mıydınız" diyen garsonların samimiyeti. daha doğrusu istemeden teklif etmeleri :)

*Soğuk kış gecelerinde şehirlerarası seyehatlerin mola yerlerinde içilen 15 dakikalık sıcak çay.

*Pazar günleri saatler süren kahvaltı keyifleri nedeniyle 10 bardak çay içip edilen güzel muhabbetler :)

*Soba üzerinde duran ve tüm gece hiç soğumadan her daim içilebilen çayı taşıyan çaydanlık.

imza: bir çayseverin eskiz defteri (breh breh) :)

24 Kasım 2008 Pazartesi

Hayranım Arkadaşım

water
earth
fire
air


Zaman zaman bahsetmiştim son günlerde Avatar: The Last Airbender'ı yeniden izlediğimden. Bu dizide de favori karakterim açık ara toph bei fongtur. Aslen kör olmasına rağmen en iyi toprak bükücü ve dünya üzerindeki tek metal bükücüdür kendisi. Bu işi kaynağında öğrendiğinden ötürü metalbending kavramını ortaya çıkardı. Candımdır, cicimdir. Arsız bir ukaladır. Kör olmasıyla dalga geçebilecke kadar olgundur. hayranım arkadaşım kendisine. Son günlerdeki açık ara favorim toph bei fong'tur. Aslen youtube da bir sürü numb şarkısı eşliğinde toph tribute ü olsa da bu en sevdiğimdir.

water
earth
fire
air

Perfectly Exact #4

"Günaydın" diye iteledi C. Kanepede yatan A, gözlerini açmaya çalışırken C çoktan giyinmiş dışarıya çıkmaya hazırlanıyordu. Bir kaç defa A'yı uyandırmak için itelemesinin akabinde salondaki aynanın karşısına geçip, saçlarını düzeltme çalışmalarına başlamıştı. Baktığı açıdan A'nın hareketleri aynanın yansıması sayesinde oldukça net görülüyordu.

Gözlerini açtıktan sonra uykudan uyanışının ilk dakikasında, henüz uykuda gördüklerini aklında tutarken ana konu olarak ne gördüğünü düşünmeye çalışıyordu. Bilinçaltı, onu Pavlov'un köpeği gibi sistemleştirmişti bu mevzuda. Eğer uyandığında gördüğü rüyayı hatırlıyorsa, bir iki dakikaya kadar, uyanışın getirdiği bilinç ile tamamını unutmadan gördüklerini kalıcı hafızasına yerleştirmeye çabalardı. C'nin aynadan şaşkın bakışlarının eşlik ettiği, eğer dışarıdan biri görse yoga seanslarındaki konsantrasyona haiz görünüşle(fakat elbetteki fiziksel duruşu pek de yogayı andırmıyordu. Dağınık saçlar, çizgili pijamaları ve yarısı henüz dizlerinin üzerinde yarısı da yerde olan battaniyenin de, bu manzaranın sonucu ulaşılan kanıda önemli rol oynuyordu) meditasyon yaptığını zannedebilirdi. "Kimbilir hangi garip alışkanlığı ile oynuyor" diye içinden gülümseyen fakat bu gülümsemesinin ufak bir kısmının elbette yüzüne yansıdığı C, onu aynadan izlemeye dalmış olmasıyla saçının bitmesine rağmen halen aynanın karşısında dikiledurduğunu farketti. Bir gülümseme daha..Bu seferki elbette bir Orhan Veli hatırıydı. "Sokakta giderken,kendi kendime gülümsedigimin farkına vardigim zaman, beni deli zannedeceklerini düşünüp gülümsüyorum "

Gördüklerinin henüz unutmadığı parçalarını hafızasına yerleştirdikten sonra A, oldukça hareketli fakat bir o kadar da telaşsız görünen C'nin dışarıya çıkacağını düşündü. Elbette rüyasının aklında kalan parçalarını hafızasına kalıcı olarak yerleştirmesi esnasında düşündüğü bir kaç şey, onun bu işlemi başarıyla yapamamasına ve çok az bir kısmı hatırlayabilmesine neden oldu. Bu düşünceler genel olarak, neden burada bulunduğu, dün gece tam anlamıyla durup dururken neden paniklediği, dün gece bankta uyurken, uyandıktan sonra hafızasına yerleştirdiği rüyası, C'nin cumartesi sabahı böyle aceleyle nereye gitmeye çalıştığı, C'nin kendisini nasıl bulduğu şeklindeydi. Elbette en iyisi bunları C'ye sormaktı. Anahtarlarını aradığı her halinden belli C'ye dönerek uykudan yeni uyanmış görüntüsüyle "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. İlk başta bu soruyu duymamış gibi davranıp anahtarını aramaya devam etti C. Öncelik sıralamasını, önce anahtar, sonra sorulara cevap, sonra ben yokken evde yapılacaklar konusunda A'ya söylenmesi gerekenler biçiminde oluşturmuştu. Anahtarını bulmasının akabinde ikinci sıradaki eyleme geçerek "Herkes sizin gibi haftasonu yatmıyor beyefendi" diye ukalalaştı. Bir o kadar da nazlı görünüyordu ve elbette haftasonu çalışmaktan ötürü rahatsız.

A, sorduğu sorunun cevabını almıştı aslında. Çalışmaya gittiği bilgisi kendisine söylenmişti C tarafından. (Tabi söylenmemişti lakin A, bu imayı anlayabilecek kadar uyanıktı). Nedenini anlamadığı biçimde dün gece hakkında konuşmamak için kendini zorladığını düşündü. Merak ettiği şeylerin çoğu dün gece olanlar ile birebir bağlantılıydı aslında. “Dün gece ne oldu” diye, ses tellerini pek de zorlamayarak çekinerek sordu. İlk başta yine soruyu duymamış gibi yapan ve kanepenin bulunduğu salonun A’ya göre biraz solunda(kuzeydoğu diyelim) kalan mutfaktan çıkan C, önceliğinin sorulara cevap vermek olduğunu hatırlayarak duraksadı. A’ya gülümseyerek baktı iki saniye süresince. “Bunu benim sana sormam gerekmiyor mu?” sözleriyle gelen gülümseme, yan tarafta duran çantasına uzanmasından hemen önceydi. Çantasını almasıyla çıkmak için kapıya yöneldi. A’nın bu pek de açıklayıcı olmayan, soruya verdiği soru cevabı kafasında değerlendirip pek de anlamlı bir yere oturtamadığını hissetti. Kapıyı açmasının ardından “Biraz dinlen A, pazartesi yeni iş için mülakatın var.” dedi. Sözlerinden odaya yayılan şefkat hissi görmezden gelinemezdi..

23 Kasım 2008 Pazar

Pazar Şarkısı

İyi pazarlar..Hadi kahvaltıya.
ayna ayna - reyhan karaca

21 Kasım 2008 Cuma

Sevdiğim ufak tefek şeyler

*Nilüfer'in beni mi buldun klibinde cafede otururken giydiği boğazlı kazağı.(A tribute to prettyinpink) -(gecen geceki pretty in think programında bu kazağı yeniden hatırlattığı için teşekkürler)
*Robin Scherbatsky'nin How I Met Your Mother 4x06 da Ted in düğününe geldiğinde giydiği baklava desenli yeşil kazağı..

imza: Bir kazak fetişistinin günlüğü :)

20 Kasım 2008 Perşembe

Chuck Norris Facts


Bugün, gün içinde en çok güldüğüm olaydı Chuck Norris Facts bilgilerini öğrenmem. Gençliğimizin idolü Chuck Norris'in yapabilecekleri konulu bu internet fenomenine dair uzun uğraşlar sonunda bir widget bulabildim ve sağ tarafa ekledim. Uzun uzun konuşmak isterdim hakkında lakin gülmekten yazmakta zorlanıyorum. "Chuck Norris knows Victoria's Secret".dlşkfalşsdfklşdsalfksaşlkfasdlşasdlşkf

19 Kasım 2008 Çarşamba

Unut Beni Klibi Üzerine..

iyi geceler sevgili okuyucu, iyi geceler iş bankası, iyi geceler mısır koçanları, iyi geceler istanbul büyükşehir belediyesi trafik kontrol merkezi. Efenim son bir kaç gündür başgösteren grip semptomları nedeniyle ana besin kaynağım haline gelen tylolhot nanesinden bıkmam ve gecenin bir yarısı acıkmamız nedeniyle bir güzel yemek yemeye çıktık. actually, taksim de olmanın en güzel yanı bu herhalde. Şöyle kapıyı çalıp bir sıcak ezogelin çorbası getiren canayakın komşum da olmaması nedeniyle öncesinde bir güzel çorba ve ardından yimaaak yemek için kendimizi sokaklara vurduk sevgili ev arkadaşımla. Neyse efenim uzatmayayım yemeğin akabinde güzel çay yapan bir yerde elbette çay içmeden olmazdı. Nitekim bir yere daldık ve çayımızı söyledik. Laf lafı açtı baya uzun bir süre de oturmuşuz vesselam. Otururken, cafedeki televizyonda açık olan Powertürk te çıkan klipleri değerlendiriyorduk ara ara. Nitekim o kliplerden biri de uzun vakittir izlemediğim Gece Yolcuları grubunun Unut beni adını taşıyan parçasının klibiydi.

Efenim malumunuz her insanın yaşamında, bir şarkıyı hayatının o dönemiyle ilişkilendirdiği müzikal ürünler olur. Unut beni şarkısı da benim için öyle bir ilişkilendirilmişliğe sahiptir. O nedenle bu şarkıya dair bir kaç kelam etmek isterim. Öncelikle şarkı klip olmadna dinlendiğinde de kendiliğinden mevcut bir film noir diyecem fazla kaçacak ama karanlık bir havaya sahiptir. Sözlerine çok fazla girmek istemiyorum. Söylenecek bir kaç şey var elbette sözlere dair. Lakin şimdilik o kısmı es geçmek niyetindeyim.

Klibi izlemeye başladığımda kendinden mevcut karanlık havasına bir tür sıcaklık işleniyor gibi. Yani nasıl diyeyim, burada bir şey var..Eğer deli değilsem, apaçık ortada. Bu tür bir sözden, veya görüntüden uzun uzun hayali öyküler çıkardığım çok zaman olmuştur. bu da onlardan biri belki. bilemiyorum. klibin başında arabasını alıp harekete başlayan karakterin(Edis) ayrılık acısını yeni atlattığını düşünüyorum. Yani nasıl denir. Bazen şiddetli aşk içeren birlikteliklerin bitiminde er/hatun kişilerin yaşamlarına geri dönmeleri epey zaman alır. Şimdi ben erkek tarafını bildiğimden oradan örnek vermek isterim. Örneğin gitgide bakımsızlaşması, sakallarının uzaması. Hayatta yapacak bir şey kalmadığı düşüncesi ya da yapsam da neye yarayacak ki önkabülleriyle birlikte dipsiz bir boşluk hissiyatı mevzubahis olur. Hatta izleyenler için(inönü stadını bilenler için söylüyorum) How I Met Your Mother'da Robin Scherbatsky ile ayrıldıktan sonra Ted Mosby'nin üçüncü sezon başındaki halini örnek verebiliriz. Ve efenim öyle bir zaman gelir ki o anda ayrılığı yaşayan kişi kendisine "ben ne yapıyorum ki" diye sormaya başlar. Bu "an"ın en güzel örneklerinden biri de Hande Yener hanımkızımızın "Şefkat Gibi" isimli şarkısında verilmiştir. "Rüya değildin işte ordaydın/ tam ortasında hayatının/ söylediğimde bana kızmıştın/ ama görüyorsun ya bensiz de dönüyor dünya". Bu bir farkındalık anını betimliyor besbelli. İşte o farkındalıktan sonra hayata geri dönüşün ilk adımları atılmaya başlar. bu dönemde, daha önceki perişan halinde yanında olan arkadaşları da genelde mutlak bulunurlar ve onun mutluluğunu bir şeyler için harekete geçtiğini veya klasik tabirle artık o eski sevdiceğini "unut"maya başladığını görmek isterler. Çünkü o kötü zamanlarında da onun yanındadırlar ve bu an yani tam da hayata dönüp hep birlikte bir şeyler yapmaya (ne bileyim bir yere eğlenmeye gitmek, ya da bambaşka bir şey) başlamak, yeniden, onlar için bu zorlu sürecin başarıyla bitmek üzere olduğunun bir işaretidir.

İşte efenim, klibin başında arabasını alıp dışarıya çıkmaya hazırlanan Edis karakteri de bu hayata geri dönmenin o ilk adımını atıyormuş gibi hissediyorum o akşam. Bu esnada klibi izlerken şarkının sözlerini de o gerçekten oldukça kötü ve virane geçen süreci anlatıyor diye düşünüyorum. Hani olur ya bu çok kötü süreçten sonra o süreçten bahsetmek, o süreci gerçekten atlatabildiğinin en belirgin örneklerindendir. İşte bu atlatabilmenin hemen arefesinde bu süreçten bahsediyor sanki Ediz. Arabasını almış ve o gece uzun süreden sonra ilk defa, kafasında o sevdiceği olmadan veya orada duydugu gördüğü bir şey ona o sevdiceğini hatırlatmadan geçirebileceği bir gece olacakmış gibi. fakat öyle bir şey ki, Edis arabayı kullanırken mutlu değil, daha çok...Olgun..görünüyor..Evet doğru kelime bu. Olgun. Atlatmak üzere olduğunun farkında, arkadaşlarının o süreçte kendisi için yaptıkları fedakarlıkların farkına varmış durumda. O süreçteyken bu fedakarlıkları arkadaşlarının çabalarının pek de farkına varmamış. Lütfen Edis arabayı kullanmaya başladığında, ilk arkadaşını alana kadar geçen bölümü izleyin. bu olgunluk tamamen mevcut. Kanlı canlı.

Ardından, Edis, ilk durağı olan arkadaşı Uğur'u alacağı yere geliyor. Uğur'un yüzündeki "sade" mutluluğu görüyorum her defasında. Yani evet boş bir mutluluk değil. Arkadaşlığın temellerinden biri olan mutluluk aslında. Arkadaşını mutlu görmenin getirdiği mutluluk. uğur'un arabaya binişiyle Edis'e aslında bu süreçten çıkmayla ilgili espriler yapmadığını, "Naber oğlum" gibi samimi ve nasıl diyeyim ki, sanki normal bir akşammış da çıkıp eğlenmeye gidiyorlarmış her zamanki gibi şeklinde yaklaştığını görüyorum. Her izlediğimde. Samimi arkadaşlığın güzel yanlarından biridir aslında. Fırtınalı bir süreçten sonra her şeyin normale dönmeye başladığı o an..İşte "o an"ın en güzel görüntülerinden biri Uğur'un arabaya binip Edis ile ilk kelimeleri konuşmaya başladığı an.

Ve akabinde arkadaş grubunun diğer iki üyesini de alıyor Edis. Burada da çok güzel bir görüntü var. Herkesin Edis'in sonunda aralarına dönmesi sonucu yeniden bulduklarını düşündükleri samimi ortam. Hani bazen arkadaşlarınız zor dönemlerdne geçerken onlara o döneme neden olan mevzuyu hatırlatacak sözler kullanmaktan kaçınırsınız. İşte o dönemin bittiği vakittir o vakit. Ve klibin en güzel görüntülerinden biri. Her birinin arabanın içinde şarkı söyledikleri bölüm. Bu sahnede en güzel bakışlardan biri vardır. Uğur'un göz ucuyla demeyelim de çaktırmadan Edis'e bakışı ve içinden "döndün be oğlum...geçti sonunda" diye mutlu gülümsemesi..

Klibin ikinci yarısında Edis'in durumununun aslında tahmin ettiğimden biraz farklı olduğunu görüyorum. Yani şöyle diyeyim. Evet çok zor bir ayrılık süreci geçirmiş. Yeniden bir şeyler yapmak için hayatın akışına dönmeye başlamış fakat sanılanın aksine "unutarak" değil..Kabullenerek. Biraz açmak gerekirse Edis kendi kendine şunu demiş sanki "evet..çok sevdim...göğsümün boğulduğunu hissettim aşıkken onu düşündüğümde..ayrılırken yine göğsümün boğulduğunu hissettim..evet..ayrıldık..bitti.. belki bir daha göremeyeceğim onu, fakat hayatımdan benzersiz bir his geçti..ben bunu yaşadım..bu hissi..ve böyle kalacak..belki onu hayatım boyunca bir daha görmeyeceğim..olsun..bu yaşadığım şey bende kalacak onda kalmasa bile..bu hissi 'biliyorum' diyeceğim..biliyorum.."

Klibin son bölümlerinde.."sen de rüyalarında beni görüyor musun" derken arkadaşların da belki de o zorlu sürecin az syrıkla geçmesinden mütevelleit "gel bu akşam biraz kutlama yapalım" demeden ama kesinlikle bunu ima ederek yaptıkları gülüşler ve normalde yapılsa "çılgınlık" olarak nitelenecek hareketler yaptıklarını görüyoruz. Bu bir kutlama..ve en güzelinden. En neşelinden. Sonsuza dek hatırlanacak bir akşam..gece..

Neyse efenim çok uzun oldu lakin bu akşam o cafede klibi izlerken yine yeni yeniden aynı şeyleri düşündüğümü farkettim..bunları da geldiğimde bir kaç kelamla anlatmak istedim. İyi geceler diliyorum..Ha unutmadan, elbette klibi de buraya gömelim. Belki izlemek istersiniz.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Fular

"Aslında tatil için gelmedim buraya" dedi kadın. Yan tarafında kış birasından bir yudum daha içiyordu adam bu arada. "Zaten bu mevsimde tatil yapmaya gelmezler buraya" diye gülümsedi adam. Bu gülümsemeye aynı şekilde karşılık verdi kadın gözlerini önce yere sonra da biraz yakınlarında duran denize çevirerek. Buraya oturmaya gelirken, yol (daha doğrusu patika) üzerinde yanlışlıkla bastığı ve sonra eline alarak buraya kadar getirdiği ufak bir yavru ağaç dalı ile yeri çiziktiriyordu. Belli şekiller yapmadan, öylesine..Garip sessizliklere alışıktı aslında kadın fakat bu kez, şuan, tam da şimdi bu sessizlikten kurtulmak istiyordu..

Bahardan kalma bir akşam vardı. Aralık ayına göre harika diye de nitelendirilebilirdi yazı pek sevenler tarafından. Konuşmak üzere nefes aldı kadın, bunu farkeden adam da dinlemek üzere, kafasının refleksi sayesinde ona çevrildiğini o an farkedemeyecekti. nefes aldığı anda konuşacağı için kadın da başını adama doğru çevirmişti. Kadın, bu durumun şeytan tüyünü farketmişti farketmesine ama artık birbirlerine tam da aynı anda bakarken başka bir şey yapmasının kabalık olacağını da hissediyordu. Aslında düpedüz bahaneydi. Çevirmek istemiyordu bakışlarını halihazırda baktığı yerden. Artık nefes alıp konuşmaya başlayacağı zamandan bir kaç saniye geçmişti. Şimdi konuşmaya başladığında bu durumu farketmemiş gibi davranamazdı. Konuşmaya, bu durumu hicvederek başlaması gerektiğini düşünüyordu şimdi de..
.....

Adam, neden geldiğini hiç sormamıştı kadına. "Zaten bu mevsimde tatil yapmak için gelmezler buraya" derken de bunu öğrenmek istediğini ima ettiğini kadına gösterdiğini düşünüyordu. Sağ elinin işaret ve orta parmağı ile, soğuk birasının dışındaki damlalarla oynuyordu yere bakarak. yere bakıyordu ama fikri "onun seyir defterindeydi". Gözucuyla da süzüyordu yeri, gelirken bulduklarında üzerine bir kaç esprili muhabbet geçirdikleri, ufacık dal ile naif biçimde karalamasını. Bağdaş kurmuş biçimde tam da şuan aklından geçenleri öğrenmek için neler vermezdi ki.. Onunla gitmek isterdi belki de gideceği yere. Kim bilir..Aklından geçirirken bunları bir şey söylemek için yüzünü kendine çevirmeye başladığını farketti kadının. Aslıda kendisi hiç de farkında olmadan ondan daha hızlı çevirmişti başını kadına. Öylece kalmıştı, dinlemek ister gibi can kulağıyla söyleyeceklerini. Dahası, dinlemek istiyordu can kulağıyla söyleyeceklerini. Daha tanışalı iki gün olmuştu fakat Edirne'den geldiği dışında hakkında başka bir şey bilmiyordu adam. İki gün olmasına rağmen yıllardır yanında hissettiğini biliyordu. Etkilenmişti. "Bu konuda kendime yalan söylememem gerek" diye geçirdi içinden. İlk fırsatta bunu ona söylemeliyim diye düşünüyordu. Ortada gözle görülmeyen fakat herkesin bildiği o cereyan mevcuttu. Pulp Fiction'da Vincent Vega'nın repliği geldi aklına. "O an bir şeyler cereyan eder. Farkındasınızdır." O an tam da buraya oturdukları andan şu ana kadar olan bölümdü. Adam bunları düşünürken, kadının bir söz etmek için niye bu kadar beklediği aklına geldi. Duraksadığına göre önemli bir şey olmalıydı..

Kadının ince tülden yapılmış ve boynuna astığı renkli fuları rüzgardan salınıp, birbirine bakan bu iki gözün arasına doğru havalandı. Kadın, kendini toparladı. Hicvedecek birşey bulamamıştı. söylemek istedikleri önemliydi de bu durumu hicvetmeden söze giremeyeceğini ve ne kadar önemli olduğunu karşı tarafa hissettiremeyeceğini düşündü birden. Gözünün önünde uçuşan fularını, eliyle toplayarak boynuna dolamaya başladı. Hafifçe öksürdükten sonra "Kalkalım mı artık" dedi. "Sabah İzmir'de olmam gerekiyor." Adam, fuların gözlerinin önüne geldiği andan itibaren bakışlarını başka yöne odaklamaya çalışmıştı yine, bakışlarını kadının bakışlarına odakladığı gibi istemsizce. "Tamam" dedi adam. Birasının son yudumlarını içerek ayağa kalktı..Heme nardından da kadın...
....
Vincent Vega'nın sözünün devamını hatırladı adam sabaha karşı evine girerken. "O an bir şeyler cereyan eder, farkındasınızdır..Ama farketmemiş gibi davranırsınız.."
....

Gecenin geç satlerinde arabasını Erikli'nin dışına sürerken kalbinin son derece şiddetli attığını hissedebiliyordu kadın. Kalbim Ege'de Kaldı şarkısına yakınlık duyacağını biliyordu ileride, daha Ege'yi ilk gördüğü yerde hissettiği bu denli şiddetli çarpıntıdan..Arabasından Esma Redzepova onu Trakya dan Ege'ye doğru uğurluyordu..

Aman Aman - Esma Redzepova

16 Kasım 2008 Pazar

Günaydın uyuşuklar!

Mahmur mahmur bakma öyle, şu güzel pazar günüde kahvaltını hazırlayıp tadını çıkara çıkara midene indir. Yanında da bu şarkı çalsın.

Baksana Talihe - Ajda Pekkan

15 Kasım 2008 Cumartesi

Gelişmeler..

Merhaba sevgili okuyucu. Nasılsınız iyi misiniz efenim? Beni soracak olursanız çok iyiyim. Annemlerin gözlerinden kardeşimin yanağından öperim. Ev arkadaşımla birlikte uzun zamandır mevhum, Anadolu yakasına taşınma durumu nihayet kendisine kanlı canlı beden bulmaya başladı. Artık taksim in gürültülü, oturup da kafa dinlemeye imkan tanımayan havasından kurtulup şöyle haftasonu tvyi açıp maçımı izlerken, bacaklarımı uzatıp daha önce öneriler bölümünde belirttiğim hot wingsleri mideme gümletebileceğime inanıyorum.

Uzun vakittir planlıyorduk karşıya taşınmayı. Lakin, tam harekete geçmeye hazırlanırken vücut bulan, işyerinin batması ve akabinde satılıp yeniden işler hale getirilememsi, maddi sıkıntılar gibi mevzular bunu engelledi. Nitekim kanaldan, alacağım parayı da almamın akabinde, daha da önemlisi yeni bir alıcının olması ve "çocuklar eski ekibi yeniden topluyoruz" diyen gri dedektif paltolu, denize bakan gizemli adam havası neticesinde hem yeniden işe dönme ve freelance çalışmaya son verme hem de istiklalden bir kere de zorunlu olarak değil, eğlenmek için gelen insanlar gibi geçeyim de sadece ama sadece eğlenmeye ve alışverişe gelmiş biri olayım haleti ruhiyesi sayesinde nihayet küçükyalı isimli şirin semtimize geçme çalışmaları sonuca ulaşacak kadar yaklaştı. Hatta spor gazetelerinden alışık olduğumuz "prensipte ronaldo fener ile anlaştı, iş imzaya kaldı" açıklamaları gibi olmayan resmen artık imzayı da attığımız bir sonuca yaklaşma bu.

Nitekim bu haftasonu, civardaki dükkanlardan koli arama, akabinde ufak tefek alacaklarını paketlemek de hem yukarıda bahsettiklerimden dolayı keyifli hem de eşyalarını toplamanın ve evin yarı çıplak kalan son halini görmenin ve diğer bir çok şeyin de etkisiyle doğal halinde mevcut olan hüzünlü halinden dolayı da pek müteessirim efenim.

en son İzmit'teki öğrenci evimi boşaltırken, bu duruma uygun müziklerle, kendi doğasındaki hüznü ve duyguyu hissettiğimi düşünmüştüm. Belki bu kez de öyle olur. Playlistimi hazırlama niyetindeyim toplanmaya başlamadan önce. Hatta toplanırken aniden gelebilecek ilham sayesinde, güzel bir müzik eşliğinde bu duruma yakışan şarkılar ve kısa hikaye ve anekdotlar ile bir kaç paragraf daha karalayabilirim.

*Son günlerde yazmak istediğim ama hep atladığım bir başka önemli olay ise Sevinmek için sevmediğimiz kldsfklsadfjsakl takımım Sochaux'un ilk galibiyetini geçen hafta evinde almış olması. Umuyoruz ki bu sene bizleri kahırdan kahıra sürüleyen soşo, geçen haftaki galibiyet ile yeniden ayağa kalkarak güldürecektir yüzümüzü. Soşo ulan!!!

*Öte yandan Beşiktaş Bursaspor maçına derbi diye yakıştırma yapanların alnını karışlamak istiyorum sevgili okuyucu. Götünden element uydurmanın bu kadarı..

*Bu toplanma ve son zamanlarda aldığımız bir belgesel dvd nin türkçe dublajlanıp montajlanması işi nedeniyle e daha da önemli olarak biraz da maddi nedenlerden ötürü görmek istediğim bir kaç filmi göremedim henüz. En kısa zamanda izlemek niyetindeyim, Quantum of Solace, Devrim Arabaları, Issız Adam ve Mustafa'yı.

*Bir kaç yazı önce yazdığım üzere Avatar The Last Airbender'ı fena özledim. Açıp eski bölümlerini izledim ve daha da sevdim..


Discworld kitaplarında üçüncü kitaba geçiyorum..

Şimdilik sonbahara yakışan hafif puslu ama izlemesi harika olan bir cumartesi akşamüstü vaktinden söylemek istediklerim bu kadar...İyi haftasonları..

Sezen Aksu ve Onno Tunçtan bir hikaye..

Müzikal anlamda, dinlediğim en güzel hikayedir bu..Anlatımı, müziğin hikayeye göre yükselmesi, yavaşlaması, her anının istisnasız kafada canlanması, üstelik görüntülü olarak canlanması ile başlı başına bir şaheserdir türk müziğinde.. her dinleyişte Ali sonunda ne yapacak diye merak içinde heyecanla dinleyerek yaşadığım sonsuz deneyim..

Ali - Sezen Aksu

14 Kasım 2008 Cuma

Avatar: The Last Airbender üzerine..


Bu çizgi dizi üzerine söylemek istediğim o kadar çok şey var ki...ama her defasında kifayetsiz kaldığımı hissediyorum. her yönüyle kusursuz.. Biteli aylar olmasına rağmen özleniyor. 24 Senelik ömrümde gördüğüm en iyi final bölümünün bu dizide olduğunu da söylemem gerek. Böyle tatmin edici olabilir mi başka bir final bilemiyorum.

Karakterlerin tasarımı, başından sonuna kadar ana konudan sapmadan ilerleyişi, zamanla karakterlerin iç hesaplaşmaları, kendilerini gerçekleştirme yolunda katettikleri adımlar, bir çizgi filmde görmesi çok zor olan duygu ve oyunculuk. Evet oyunculuk...

Ne yazsam eksik kaldığını düşünüyorum. Aslında bu yazıyı beşinci kez yazıp sildim. bu altıncı yazma deneyişim ve içlerinde en kötüsü de bu oldu herhalde :)

Ulusların gerçek dünyadaki karşılıkları, tibet, çin felsefesiyle oturtulmuş muazzam altyapısı, Earthbender Toph Bei Fong, elbette ateş uluslu Iroh, Sugar Queen Katara, firebenderların şahı Azula, kılıç Ustası her daim zeki ve esprili Sokka, Dai Li örgütü. Ba Sing Se ile çizilen distopik şehir. Sürgün Prens Zuko, Çakralar, Jet, Fedakarlığın ve cesaretin nasıl olabileceğini, en güzel gösteren mai ve dizinin en unutulmaz repliklerinden olan "i love zuko, more than i fear you.." repliği..Pai Sho..Beyaz Lotus..tabi ki Aang..Muazzam müzikleri ve çizimleriyle her karesi sanattır..

biliyorum çok alakasız oluyor izlemeyenler için. Sadece şunu söylemek isterim..İzleyin..Çizgi filmden çok daha fazlasıdır..Her zaman sıfırdan bir dünya kurabilme hayalgücüne sahip olunduğu için pek sevdiğim fantastik literatürün nadide örneklerinden :))

Son olarak;

"gerçek bir akıl, yalanlar ve yanılsamalar arasında kaybolmadan yolunu bulabilir. gerçek bir kalp, nefretin zehrine, zarar görmeden dokunabilir. zamanın başlangıcından beri, karanlık ortalığı kaplasa da ışığın etrafı aydınlatması için her daim eğilmesi gerektiğini bilir. onu bekle sana gelecektir."

aslan kaplumbağası

kitap 3
sozinin kuyruklu yıldızı; bölüm 2: eski ustalar


orjinal entry

13 Kasım 2008 Perşembe

Düşümden büyük bahçe yok..

Akşam olmuş..Kendi halinde yaşayan adam gömleğini bile çıkarmamış işten geleli 4 saat olmasına rağmen.. grip olduğundan olsa gerek, yarın işe gitmeyecek olmasının da getirdiği bir rehavet gibi görünüyordu bu. Ama hayır öyle değildi. Bir şişe şarabın son meylerini koyuyordu kadehine..

Çok şey düşünüyordu.."Yüreğimin kuşları konmuş, telgrafın tellerine..." arkadan duyduğu sesti.. her duyduğunda o incelmeyi daha bir yükleniyordu kadehine.. Düşünde yarattığı uçuk dünyaların sistematik işleyişlerini düşünüyordu. Şimdi kim bilir ne halde olurlardı..

"A benim dilsiz dillerim a benim sessiz ellerim..." Camına yaklaştı. Çok güzel bir şehir manzarası hayal ediyordu..Sanki epeyce katı olan bir binanın en tepeden iki altta bulunan katındaki ve şehre bakan duvarının tamamı cam olan evinden Paris'e benzeyen ama kesinlikle paris olmayan düş bahçesine bakarken, kadehini hüzünle cama dayadığı vücudunun, o dayanağın sen yoğun noktası olan başına doğru götürüyordu.. şimdi baktığı yer kaldığı dairenin baktığı, ara sokaklardan biri değildi artık..

"Değiştirdim takvimleri, gece yok..." Kapısı çalıyordu. Tüm duvarı kaplayan yaslandığı camdan hafifçe eğilip, kadehini de camın kenarına bırakarak yöneldi açmak için. Biraz çeki düzen verdikten sonra kendine halen gömleğini çıkarmamış olmasına da içten içe sevinerek açtı kapıyı. Soğuk olduğunu atkısından anladığı dışarıdan bu kata kadar elinde yeni bir şarap ile gelen kadın gülerek selamladı onu..

"Neşesi gurbet selamlarından çok.." Kaç saat geçtiğini bilmiyordu oturduklarında camın kenarındaki krem rengi halının üzerine. gülerek ve zaman zaman hislenerek akan vakit, o şişeyi de sonlandırmaya yetecek kadardı.. Sigara yaktı kadın, hafifçe nazlandığını, sadece başını tayfun duygulu kadar olmasa da yana kaçırıp, hiç bir zaman unutulmayacak o gülümsemeyi de ekleyerek.. Ne kadar çok şey konuşmuşlardı..fonda hep aynı kişi, aynı söz, aynı müzik çalıyordu..Sıcak arkadaş çatkapısının en güzeli olmalıydı bu... Anlayabiliyordular birbirlerini..

"Yakala saçından tut hayatı çevir yüzüne öp öp....."

Güneş..


Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda o dağılmayan sükûn.
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun.

Yarasalar duyurmada bana
Kanatlarının ihtizazını.
Şimdi hep korkular benden yana
Bekliyor sular, açmış ağzını.

Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda dağılmayan sükûn.
Ölmedim lâkin, yaşamaktayım
Dinle bak vurmada nabzı ruhun.

Siyah ufuklarin arkasında
Seslerle çiçeklenmede bahar
Ve muhayyilemin havasında
En güzel zamanın renkleri var.

Ölmedim hâlâ.. yaşamaktayım.
Dinle bak: vurmada nabzı ruhun!
Ah aydınlıklardan uzaktayım
Kafamda o dağılmayan sükûn.

Ruhum ölüm rüzgarlarına eş,
Işık yok gecemde, gündüzümde.
Gözlerim görmüyor... lâkin güneş
O her zaman, her zaman yüzümde..


Orhan Veli Kanık 1937

11 Kasım 2008 Salı

Boşluğa....

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, ufacık bir çocuk yaşarmış köyün birinde. Bu çocuk, köy kahvesinin etrafında arkadaşlarıyla oynarmış günün çoğunda. Akranlarından hep önce yürümeye, konuşmaya, okuyabilmeye ve yazabilmeye başlamış. bu yüzden hep hakem olmuş çıkan tartışmalarda arkadaşları arasında. Bilirlermiş ki o, haksız karar vermezmiş.

Gün gelmiş bu çocuk televizyonlara merak salmış. O zamanlar evlerine zar zor alınan uzaktan kumandasız çevirmeli televizyonu izler dururmuş. Zaman zaman da kendi televizyonunu hayal edermiş. Bir gün reklamları izlerken EGOS jölesinin reklamında sol üstte sürekli duran egos logosunu görmüş. Bu logo fotografik hafızasına bilinçli bir şekilde işlenmiş. O zaman anlamını bilmediği ve yerine başka açıklayıcı cümleler kullanmaya çalıştığı "logo"su yapmış EGOS'u televizyonunun. E madem adı da egos olsun demiş. Egos tv yayına geçmiş kafasında..

Köydeki tasasız ve nereye gitse özgürlük kokan çocukluğunun havasında, televizyonunun tüm programlarını canlandırırmış kafasında. Onun kafasında o saatte egos tv deki programlar saniyesi saniyesine oynarmış.. Sonra reklamları görmüş televizyonda. Ne işe yaradıklarını bilmiyormuş ama zorunluluk olduklarını da anlamış. Sürekli reklam olmazdı gerekmeseydi diye düşünmüş. bir doğumgününde aldığı Casio dijital saati ile, reklamların sürelerini tutmaya başlamış. Onları kafasında canlandıramazmış. Kendinden bagımsız şeylermiş. Eline geçirdiği tek ortalı ufak bir çizgili deftere, gördüğü tüm reklamların saniye cinsinden değerlerini çiziktirmiş. Kafasına göre oluşturduğu reklam kuşaklarına kafasına göre seçtiği reklamları koymuş..kafasında..

günlerden bir gün köydeki öğretmeni, çocuğun ailesine baskı yapmış ve çocuğu iq testine sokmaya zorlamış ailesini. Sabah yumurta yiyerek gittiği testten yüksek not alan çocuk, doktorların da tavsiyesi ile şehirde okumak üzere yönlendirilmiş. Ailesi o nedenle şehire gelmiş. Şehirde yaşamanın ne demek olduğundan bir nebze haberi olmayan çocuk yerleştikleri varoş bir mahallenin iki odalı ufak evinde kendi kafasındaki televizyonu da geliştirmeye başlamış. Artık, köydeyken zorla aldırdığı televizyon dergilerindeki uydu kanallarına bakarak gördüğü filmler, yetmemeye başlamış.

Okulda, "köylü" olduğu için dışlandıkça daha bir yaslanmış kafasındaki dünyaya..Daha bir rahatlamış düşünerek, planlayarak, kurgulayarak ama artık oynamayarak kafasındaki televizyonunu. Egos un sadece bir reklam olduğunu farkedip, kanalına daha güzel bir isim bulmuş. Oynadığı iyi futbol sayesinde sınıfındaki ilk dışlanmayı atlatıp kabul görmeye başlamış.

ortaokula geldiğinde, ailesi artık yeni bir arsa alıp kendi evini yapmaya başlamış. O da yavaş yavaş şehir hayatına adapte olmaya.. Şehrin neredeyse dışında yaşadığından ötürü, öğlenci olmamak ve gelirken karanlığa kalmamak için yine sınıf değiştirmiş. Yeni sınıfına yine "sonradan gelen" olarak pek kimseyle konuşamamış.

günlerden bir gün babası onu sinema ile tanıştırmış. Beyazperde nin karşısına ilk geçtiğinde ve ilk kareyi gördüğünde büyülenmiş..Aman allahım bu ne büyülü bir dünya imiş..Hem artık kayıt defteri için de kaynağından bilgiler edinebilme imkanı yakalamış. Sinemaya öyle bir dalmış ki, odasının duvarlarını yeni yüzyıl gazetesinin kültür sanat sayfasındaki siyah beyaz film resimleri ile doldurmuş. türkiye deki neredeyse bütün sinema salonlarını oradan görerek ezberlemiş..Hem de kafasındaki televizyonu için hala kullandığı casio saati ile gittiği ve gösterime giren hiç bir filmi kaçırmadığı için, saniyesine kadar ayrıntılı süre kayıtları edinmiş..Defterine birer birer işlemiş..

Sonra hayatına cine 5 girmiş. Reklamlarla kesilmemiş ve yine filmlerin "tam" sürelerini tutabileceği bir dünyaya kavuşmuş. Artık filmler için sadece süre bilgileri yetmemeye başlamış. her birinin yanına sinemayla tanıştıktan sonra öğrendiği "tür" kavramını da eklemeye başlamış. Artık bazı türler bazı saatlerde yayınlanmalı kuralları geliştirmiş televizyonu için.

bir gün Cine 5 tanıtımlarından birinde, kanalın "warner bros ve universal ın tüm filmleri ilk kez cine 5 te" şeklindeki reklamına denk gelmiş. bu reklam kurduğu sistemin yetersizliğini apaçık yüzüne vurmuş. Ring seferi yapan bir otobüs gibi dönen sistem olması gerektiğini farkına varmış. Şirketler kanallarla anlaşarak filmlerini ilk önce orada yayınlatıyorlarmış demek ki. ama kanallar verecek parayı nereden buluyorlarmış ki. Artık çoktan sürelerini tutmayı bıraktığı reklamların da bu işe yaradığını öğrenmiş. Ama kayıtlarındaki hangi film hangi şirketin bilmiyormuş ki. böylece uzun uğraşlar sonucu tür bilgilerinin yanına şirket bilgilerini de eklemiş. reklamlarla aldığı ve harcadığı giderlerden anlamını ancak lise 1 de öğreneceği bilançolar oluşturmaya başlamış. bir de diğer kanalların anlaşmadığı şirketler ile anlaşması gerektiğini farketmiş. Dreamworks ve Miramax ı böylece sevivermiş. İkisiyle de anlaşmış kafasında.

böylece okuldan geldiği gibi odasına kapanıp saatlerce çıkmamaya başlamış. bir başladı mı defteriyle uğraşmaya zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyormuş. Durumdan endişe eden ailesi onu ortaokulu bitirdiği yaz, akrabalarının bir marketinin yanına göndermiş. Çalışmaya başlayan çocuk yoğun tempoda televizyonunun dünyasını aksatmaya başlamış. Daha da önemlisi arkadaşlar ve "tanıdıklar" edinmiş. Geçmişini kafasında kurcalayıp düşünmeye başlamış. Liseye başladığında artık ortaokul ve ilkokuldaki gibi dışlanmayacağının sözünü vermiş kendine. Şehirde yaşamayı da az çok öğrendikten sonra bir çok akranının kendinden herhangi bir alanda bilgi ve üretim olarak üstün olmadıklarını görmüş. kendi kendine verdiği bu söz, onu kısa sürede okulda en popüler kişi konumuna getirmeye yetmiş. Onun jenerasyonunun geldiği seneye kadar imajı yerlerde sürünen okul, kendisinin yazdığı tiyatro oyunları ve bunları da sergilemelerinden sonra itibar kazanmaya başlamış. İdarenin gözbebekleri olmuşlar. Okulda onları tanımayan kalmamış. Daha önceye kadar sadece filmlerde görebildiği popülerliği bizzat yaşamış. Karşı cinsin "ne" olduğunu keşfetmeye başlamış..

Bu esnada sinema ve özellikle televizyonundan uzaklaşmaya başlamış, artık önceden yaptığı gibi, programlar ve diziler planlayıp kafasından senaryolar yazmıyor, filmler ile tuttuğu defterine pek bir ekleme yapmıyordu. Psikolojiyi öğrendiğinde kendinden korkmaya başlamıştı. Daha önce yaptıklarını belki devam ettirseydi gerçek mi hayal mi olduğu belli olmayan metalarla başbaşa bırakacaktı. Okuldaki yüksek popülerliğinin de getirdiği güvenle defterini kullanılmayan kitaplar bölümündeki çuvallara koydu..Artık zaten sistemin tüm işleyişi kafasının içindeydi. yıllardır bizzat kendisi ilmek ilmek örmüştü. Sadece veritabanını atmıştı. Zaman zaman beyninin bu sistemi yeniden yaşatmaya çalışmasına engel olamıyor ve canlandırıyordu. Kontrol edebildiğim müddetçe her şey yolunda diye düşünüyordu. lisedeki dört yıl boyunca yazdığı ve sahneledikleri onlarca tiyatro oyunundan sonra mezun olurken saran öss telaşı ile birlikte, televizyonuna sadece zaman zaman eğlenmek için uğradığı bir istasyon gözüyle bakıyordu. Bakıyordu da düşünmesine de engel olamıyordu. Her ne kadar unutmak için üzerinde bilinçli olarak durmamaya çalışsa da her geçen zaman öğrendiği yeni şeyler onun televizyonunu revize etmek zorunda kılıyordu. Uzun süreden sonra kullanılmayacak diye attığı defterini açıp gözgezdirmek ihtiyacı bile hissetti bazen.

Okulunu üçüncülük derecesi ile bitirmeyi başarıyordu tüm bu kopukluğa rağmen. öss de ilk yılında istediği yeri tutturamayınca ikinci sene tamamen kendini sınava veriyor ve televizyonunu tamamen unutuyordu. sinemayı hiç bir zaman es geçmiyordu ama. O vazgeçilmez bir büyü idi.. Dışarıda ve ülkesinin güzel şehirlerinden birinin üniversitesini kazandığındaki mutluluğu içinde uzun süreden beri duymadığı huzuru getiriyordu..

başka bir şehirde, nispeten yalnız bir hayata gelmişti. O zamana kadar öğrencilikten isteyebileceği veya yaşamış olabileceği önemli şeyler olan, dışlanma, ezilme, kabul edilme, popülerlik, kadınları keşfetme, gibi bir çok şeyi yaşamıştı.. İstediği sadece ama sadece kendi küçük ama mutlu dünyasında sade olabilmekti olabildiğince.. Yaşayamadığı bir şey daha olduğunu, yurttan çıkıp arkadaşlarıyla bir eve geçtikleri yıl anlayacaktı. Aşk.....

Huzurlandı, kalbi öylesine deliler gibi attı ki, tüm hayatı boyunca yaşadığı tüm sevinçlerden, bazı huzurlardan daha sevinçli ve daha huzurluydu. Flmleri artık "hisederek" izleyebiliyor, şarkıları artık "hissederek" dinleyebiliyordu. anlatamayacağı bir şey olduğunu daha en başından beri biliyordu..Ayrıldı, yandı..Acıdı...Kırıldı..Kırılan kalbinin parçaları yollara saçıldı..Ya kalbini iflas ettirecek ya da o kırılan parçaları, bir uhu bularak yapıştırmayı deneyecekti. Yapıştırdı..Asla ilk zamanki gibi olamayacağını biliyordu artık kalbinin..ama yaşıyordu..Sezen Aksu ile tanıştı..Onun her düşündüğünde kendine anlatamadığı şeyleri hiç çekinmeden söylüyordu ona.. Sezen Aksu'nun aslında demek istediklerini anlayabiliyordu artık. İleride bu konuya dair ortaya atacağı "Sezen Aksu şarkıları iki yüzlüdür. Birini ve asıl anlatılanı ancak decoder kullanarak anlayabilirsiniz. O decoder de yaşanmışlıktır" teorisini düşünmeye başlayacaktı..

günlerden bir gün, arkadaşlarına hep anlatmaya söylemeye çekindiği ve "siz böyle bir şey yaşamadınız nereden bilebilirsiniz" hisisyatını değişterecek sırlarını anlattı yakın bir arkadaşı ona. Aslında yaşadığı şeyin herkesin yaşadığı bir şey olduğunu gördü..birçoğunca "klişe" olarak kullanılıp aşağılanan şeyin aslında "klasik" olarka anılması gerektiğini anladı..Popüler tabir ile "klişe"yi hep sevdi...

Tam televizyonunu unutmaya başlamıştı ki; Üniversiteyi bitirip gitmeye hazırlanırken, bir televizyon kanalından iş teklifi aldı..Kabul etti..Şansına küssün ki bir kaç ay sonra o kanal batmıştı..

alacağının kalan ufak kısmını da almaya hazırlandığı günün bir önceki gecesi, kulağına takılan şarkılar ile artık köy yaşamını iyice unuttuğunu anlıyordu. Çok uzaktı.. Otogargara da demet akbağın sesinden hacer in gidiş şarkısı, ona sigaralar yaktırıyordu ardı ardına. Sadece ağlayan birini gördüğünde dolan gözlerini dolduruyordu. Üstelik ağlayan kimse görmeden..
"bir agac vardi otobusun penceresinde
bir de koyluk hasretimin cenderesinde

agac benimle gelemezdi
koyum benimle konusamaz
bu umutlar sehrinde hicbir umut yasiyamaz
suyu kesildi omrumuzun atmaz oldu yurekler

ve oyle uzun bır gece ki
ne istanbul beni bekler ne de koy yerindekiler
ve oyle uzun bir gece ki hicbir umut yasiyama"

9 Kasım 2008 Pazar

Pazar Şarkısı..

Yeri gelmişken bu pazar gününün şarkısını da koymak isterim..

Sezon Ortası Değerlendirmesi

Sezonun ilk yarısının önemli bir bölümü geride bıraktığımız ve Fenerbahçe - Galatasaray derbisine yaklaşık 5 saatin kaldığı şu güzel pazar gününde genel bir değerlendirme yapalım istedim dizilerimize dair.

How I Met Your Mother

Elbette ki ilk değerlendirmemiz, canımız ciğerimiz how i met your mother için gelecek. Genel olarak ilk iki sezonunun muhteşem olması, coupling ten bu yana kadın-erkek ilişkileri üzerine gördüğüm en güzel tespitlerin yapıldığı, Barney Stinson sayesinde müthiş teorilerin çılgın attığı himym, dördüncü sezona Robin- Barney aşkının sinyalleri ile girdi. İlk bölümde gördüğümüz Robin'e yanık olduğu her halinden görülebilen barney ile geçti. Fakat ikinci bölümde tamamen alakasız konular işlendi ve bu aşktan söz dahi edilmedi. Her ne kadar bağımsız düşünüldüğünde yine çok eğlenceli bir himym bölümü olan 4x02 bu yüzden büyük hayal kırıklığı yarattı. En son altıncı bölümünü gördük ve diziye ve doğal olarak Ted'e hiç uymadığı konusunda neredeyse herkesin hem fikir olduğu Stella'dan kurtulduk. Daha önce sözlüğe de bu konuda bir teori yazmıştım. Ayrılma tarihleri olarak Stella'nın kardeşinin düğününü göstererek. Nitekim kardeşinin düğününün iptal edilmesi sonrası ayrıldı çiftimiz. biz de Stella'dan kurtulduk. Genel olarak şunu söyemek gerekiyor, Robin yine içten içe anne olsun diye geçiyor fakat böyle bir şey olmayacağını zaten biliyoruz. Ayrıca açık biçimde gördük ki Barney ile Robin Ted ile Robin'den kat kat daha iyi bir çift. Şimdilik dördüncü sezon oldukça iyi gidiyor. intervention isimli 4x04. bölüm himym tarihinin en iyi bölümlerinden biriydi.

Ratinglere göz atarsak, bu sezon geçen sezona göre izleyici sayısını 1 milyon arttırmış gibi görünüyor himym. Ortalama 6.9-7.5 milyon arası seyirci çekiyor. Sadece bir hafta 9.5 milyon seyirci yaptı bu sene. O da o akşam The Sarah Connor Chronicles yayınlanmadığı için herhalde. Tam anlamıyla bir can pazarı olan pazartesi akşamı için şimdilik iyi gittiğini söyleyebiliriz.

The Big Bang Theory

Geçen sezon çok begendiğim bu dizi için bu sezon maalesef şunu söylemek istiyorum. Dizi, artık sadece ama sadece Sheldon Cooper karakterine dönmüş durumda. Diğer oyuncular tamamıyla figüran gibi durmaya başladı. Her bölüm Sheldon a yüklenen senaristler bir süre sonra artık sheldon ın vereceği her tepknin izleyici tarafından önceden kesitirilebilir olduğunun farkına varmalı. Sheldon'ın yaratılmış en uçuk ve başarılı karakterlerden biri olduğunu biliyoruz ama dizinin her bölümünde Sheldon merkezli olması bir süre sonra bıktırmaya başladı. CBS'te how i met your mother dan hemen önce yayınlana The Big Bang Theory(tbbt), ratinglerde how i met your mother ile özdeş gidiyor diyebiliriz. bir bölüm yüz bin seyirci önünde diğer bölüm yüz bin seyirci gerisinde himym'ın. ortalama 6.8-7.2 milyon seyirciye ulaşıyor. Onun da bu sezon ki en yüksek sayısı 9.3 milyon ile himym'ın dokuz milyonu gördüğü hafta oldu. Ratingler fena değil gibi görünse de seyirci yakında bıkarsa şaşırmam doğrusu.

Gossip Girl

CW'yi Supernatural ve Smallville ile ayakta tutan dizi olan Gossip Girl bu sezon kendini aşmaya başladı. Blair Waldorf'a olan hayranlığımı daha önceden belirtmiştim. Queen B fırtına gibi esiyor bu sezon da. Chuck Bass ile ikisinin ölümcül bir kombinasyon olduğunu söylemek herhalde yanlış bir değerlendirme olmaz. Senaristler de bunu görmüş olacaklar ki, ikisinin birbirine yanık olmalarının yanında asla birlikte olmamaları gerketiğini de gözümüzün içine soktular. İlk sezondan daha iyi olan bir diğer kısım ise müzikleri. The O.C. gibi müzikler yavaş yavaş kendini bulmaya başladı. Pazartesi gecesinin ateşten gömleğini Cw adına üzerine giyen Gossip Girl, CW'nin genel ortalamasının üzerinde bir seyirci oranı yakaladığını söyleyebiliriz. Ortalama 2.4 milyon seyirci izliyor onu bu sezon. CW'nin ortalamaları genelde 1.3 milyon civarında üstelik. Seyircinin ilgisini canlı tutmayı başaran gossip girl bir kaç sezon daha devam etmesi en muhtemel dizi şuan.

Prison Break

Efenim üçüncü sezonuyla her şeyi bok eden prison break, bu sezon kendini toparlamış görünüyor beklediğim gibi. Yüksek tempo, zaman zaman "oha bu kadar da olmaz, yuh çüş" tepkileri olsa da başarılı ilerleyiş onu bir sezon daha hayatta tutacak gibi görünüyor. Michael'ın zekice planlarını görüyoruz bu sezon yine. Sara olmasa daha iyi olabilirdi sanki. Biraz kurtlar vadisine benzemeye başladı. Hem de vadinin en iyi zamanlarına. Michael Scofield, derin devlete karşı...Güzel gidiyor. Bir de şunu söylemek isterim, yedinci bölümün başında göğüs dekoltesini şişiren sara'nın merdivenlerdne çıkış sahnesine hastayım.Ratinglere bakarsak bu sezon geçen sezonlara göre oldukça aşağıda 5.6-7.0 milyon arasında geziniyor seyirci sayısı. yine de kolay kolay bitirilemiyecek bir dizi.

Heroes

Her şey nasıl bok edilebilir sorusunun gözümdeki cevabı Heroes'dur arkadaş. Hayatımda gördüğüm en boktan finaller, en tutarsız bölümler bu dizide. Bu sezon da her ne kadar ilk ik ibölümle iyi başlamış gibi görünse de sonraki bölümlerde artık dayanılmaz hale gelen mantık hataları, devamlılık sorunları, zaman yolculugu gibi, çok zor ve hataya çok açık konunun üzerine sazan gibi atlamaları ve doğal olarka becerememeleri de cabası. Senaristlerin diğer dizilerin senaristlerinin onda biri kadar bile çalışıp kafa yorduğunu düşünmüyorum artık bu diziye. Ratinglerde de bunu görüyoruz. Geçtiğimiz sezon 10 milyonun altına inmeyen seyirci sayısı bu sezon 8 milyona kadar düşmüş durumda. Yapımcı ekibi bir şeyler yapmak zorunda bırakacka tek etken de bu olur herhalde...

Herkese iyi pazarlar efenim..

8 Kasım 2008 Cumartesi

Sarı


Bu akşam neler olacağını düşünüyordu. Hayır düşünmüyordu, biliyordu.. Şehrin en kalabalık caddesinin bir ucundan diğerine doğru, otobüs durağında kendine evinin yakınlarına gidecek herhangi bir araç bulabilmek için yürümeye başlamış ve taşıdığı çantasının yanında, giydiği, dikkatli bakılmadığında takım elbise altı pantolonu olarak algılanabilecek ama kesinlikle kot kumaşı olan pantolonu ile beyaz fonlu ama pek de fark edilmeyecek beyaz çizgileri bulunan ve sadece yakası görünen gömleğinin üzerine giydiği baklava desenli yeşil kazağıyla pek de üzgün görünmüyordu. Kendisi bunun için özel çaba harcıyordu belli ki. Zaman zaman yürürken dudaklarını ısırıyor, gözlerinden tek damla yaş akmaması için vücudunu ama özellikle kalbini fena halde zorluyordu..

Hülya Koçyiğit’ten çocukluğundan beri sıkça gördüğü ve yapmaya yeltenirse hiç zorlanmayacağı, ağlayarak kendini yatağa atma günü olarak gördü bu günü..Eve ulaştığında kesinlikle böyle yapacaktı. Bundan mutlu bile olabilirdi belki daha sonra düşündüğünde. Zaman en iyi kabuk oluşumu katalizörüydü yaralara. O yüzden gerekli vakit geçtikten sonra bu günü hatırlayacağını ve belki de “hayatımda bu atlayışı da yaptım be” diyerek arkadaşlarına anlatırken, tepkinin beklediği gibi olmaması sonucunda kendi kendine mecburen hafifçe gülerek başını karşısındakine değil, oturdukları ortama doğru gezdirecekti bu gülümseme ve yalancı, aslında tamamen istediği tepkiyi alamamış olmanın getirdiği zorunluluktan gelen yalancılık ile..Fakat şimdi, acıyordu..acıtıyordu..

“Bahtiyar ol, gözüm yok rabbim verir sabrını…bu hesap böyle bitsin, helal ettim hakkımı” da diyecekti elbet. Ayrılığın ilk dakikasını yaşıyordu. Uzun süreden sonra zorunlu olarak kendi hesabını masaya bırakmış, yaranın ilk kesildiği anda olduğu gibi, hissedemediği fakat çıktıktan sonra birazdan ulaşacağı otobüs duraklarına giden bu caddede yanarcasına yüreğini kavuran acı ile çıkmıştı cafeden…Yalancı kabullenişini de kendisiyle beraber göstere göstere çıkartmıştı..Helal ettim hakkımı diyebilmesi için o katalizör gerekliydi..

Yürürken insanları da gözlüyordu istemsizce çevresinde..Acaba çok mu üzgün görünüyordu.. Topluluk içinde hissiyatlarını belli etmeyi pek sevmezdi. Hoş, bunun için değildi ayrılık nedenleri..Eve gittiğinde kurduğu herhangi bir gelecek hayalinin, hayalinde, batak oynamaktan sıkılmış öğrenci evinde tamamen sıkıntıdan yapılmış 52’den kuleye ilk dokunuş sonrası o kulenin yıkılışı gibi darmadağın oluşunu görecekti..Şimdi yürürken sadece yakın zamanı düşünmesi garipti. O konuşmaya, son bakışa, son kelama dair hiçbir şey düşünmüyordu..Belki de düşünemiyordu..Dokunsalar ağlayacak gibi göründüğünü düşünerek kendini güçlü gösterme maksadıyla çantasını karıştırmaya başladı. Cep telefonunu çıkardı.. tuş aç..Sadece karıştır..Otobüse binip eve gidene kadar..

Sokağın sonuna gelip yolun karşısındaki durağa ulaşmak için trafiği gözetlemeye kalktığında aklından yolun ortasına atlayıp bir arabanın kendine çarpmasını beklemek geçiyordu. Birden durdu, kendi kendine gülümsedi, böyle saçma bir şey düşünebildiği için. “Gerçekten kötüyüm” diye içinden geçirerek gülümsedi ve uygun bir boşlukta yoldan karşı karşıya geçmek için hamle yaptı. Bu esnada trafikteki bir aracın kornası ile ters zamanda girdiğini fark etti yola. Sürücüye eliyle özür dilediğini belirten işareti gönderdikten sonra “gerçeten ölüyordum” diye gülümseyerek karşıya geçti.. Çantasına cep telefonunu koyup sigarasını çıkardı. Bir sigara yaktı ve karşı dağları yıkan o “ah” taki gibi bir nefes ile çekti içine. Hemen yanında otobüs beklen birinin “hanımefendi durakta sigara içilmesi yasak artık. Lütfen söndürür müsünüz” sözüyle hayata döndüğünü düşündü yeniden..Özür dileyerek durağın hemen yanına geçip sigarasını içmeye devam etti az önce kendini uyaran kadına bakarak..

Atkı ve kazak candır!


Baştan söyleyeyim, bu yazı yoğum spoiler içeriyor. O yüzden definitely maybe filmini izlememiş olanlar okumamayı düşünebilirler.

How I Met Your Mother ın birinci sezon finalinde Robin, Ted'i başta geri çevirdiğinde gittiği doktorun "No honey, NOBODY does that" repliği sonrası söylediği "i guess i am just a hopeless romantic" repliğinde olduğu gibi hissediyorum kendimi zaman zaman. Çoğunlukla alkollü zamanlarımda. Belki de bu nedenle Romantik-Komedi türünü pek severim. Klişeleriyle, karakterlerin mutaka önce bir kavga ile tanışmalarıyla vesaire vesaire. Bazı romantik komediler vardır, onları sevdiceğinizle izlemeniz değerini on kat arttırabilir. Böyle her sahnesinde anlamlandırılamayan huzur ile birlikte yaşanılan aşk hissiyatının tetiklendiği ve elbette ki mutlaka sıcak bir battaniye altında izlenmelidirler. Bu film, onlardan biri değil. Bu film içinde bazı klişeleri barındırsa da romantik-komediye dair, yeni yeni ilgi duymaya başlanılan veya ilişkinin ilk zamanlarında izlenmesi gereken bir film. Sık sık çiftlerin birbirine dönüp "bak işte böyle yapılmaz, şöyle yapması lazım" diyebilecekleri bir yapım.. Kadın - erkek ilişkilerine dair çoğu zaman ukalaca tespitler yaptığım olmuştur. Hele ki çok yakın dostlarım zaman zaman benimle bazı şeyleri paylaştıklarında. işte bu film, bu tür tespitleri bolca yaptığım bir filmdi. "Ah orada öyle mi yapılır" "hayır, hayır, hayır. Bunu yapmalısın!!" "Kitabı bırak git" gibi nidalarım yankılandı filmi izlerken.

Biraz filme değinecek olursak, Will Hayes(Ryan Reynolds canlandırıyor) isimli abimiz, yakın zaman önce boşanmış ve haftada bir kaç gün kızını görebilen babadır. Bu günlerin birinde kızının okulunda verilen cinsel eğitim sonrası, laf dönür dolaşır Will'in, eşi ve Maya'nın annesi ile nasıl tanıştığına gelir. Will de yıllara yayılan bu hikayeyi kızıyla birlikte bize de anlatmaya başlar. Film hakkında okuduğum yorumların çoğunda, annenin son ana kadar belli olmadığı yazıyordu. Ben de bu görüşe katılıyorum. İyi bir kurgu olmuş. Will'in anlattığı ve ilişki yaşadığı üç kadının hangisinin eşi olacağını söyleyene kadar bilmek pek mümkün değil. Sadece tahminler yapılabilir. Benim tahminim doğru çıktı ilk yarım saatten sonra yaptığım. Ama sürekli "benim tahminim şu ama diğeri çıkarsa da şaşırmam" diye söylenirken buldum kendimi.

Hikayede mevzubahis olan üç kadının isimlerini düşündüğümde (muhtemelen summer isminden dolayıdır) aklıma mevsimler ve mevsimlerin arka fon olduğu aşk hikayeleri geldi. Şu açıkça söylenebilir ki Emily sonbaharı, April baharı ve Summer'da yazı simgeliyor gibiydi. Emily nin göründüğü sahnelerde hep bir sonbahar kasveti, April'in olduğu bölümlerde bahar gevşemesi(nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları sözüne ithafen:))), summer'ın olduğu sahnelerde de entelektüel yaz konserlerinde(Kesinlikle Ferhat Göçer'in konseri değil) ordan oraya uçan birey havası es geçilemiyor.

Ayrıca filmin arka fonunda, Bill Clinton döneminin önemli olayları da kendine yer buluyor. Seçim kampanyasından, Monica LEvinsky'e hatta başkanlık sonrası dönemi bile...New York'un da arka fon olarka filme yakıştığını söyleyebiliriz. Müzikler konusunda çok iyi ya da çok kötü denemez kanaatimce. bir yerde woke up this morning duyar gibi oldum. hoşuma gitti doğrusu..

Filmi bir kaç ay önce indirmiştim lakin hep izlemeyi geciktirdim. Açıkçası beklediğimden üstün bir film buldum. Hele ki Meg Ryan'ın romantik-komediyi öğrettiği nesilden olsam da(When Harry Met Sally'i saygıyla anarım) hem klasik meg ryan tarzının klişelerini kullanan fakat bunların içinde diğer Meg Ryan'sız filmler gibi boğulmayan tarzı ön plana çıkıyor..

Bir de şunu belirtmek isterim ki filmdeki üç kadın da birbirinden güzel. Özellikle birlikte oldukları gecenin sabahında hiç bir şey yapmadan yatakta yatmak fikrinin ortaya çıktığı sahnede Summer, neredeyse filmin her sahnesinde April ve Bankta otururlerken geldiği sahnede Emily pek güzel göründüler. Elbette büyük bir atkı ve kazak fetişisti olarak hem Emily hem de April'in olduğu sahnelerdeki atkılara ve kazaklara hayran kaldığımı belirtmek isterim. Atkı ve kazak candır!!!

Son olarak Jane Eyre'den şu pasajı alıntılayıp 7/10 diyerek kenara çekilelim.

“The human heart has hidden treasures, In secret kept, in silence sealed; The thoughts, the hopes, the dreams, the pleasures, Whose charms were broken if revealed”
-Charlotte Bronte-

6 Kasım 2008 Perşembe

Alladı Pulladı

Haftasonuna girmeye hazırlandığımız ve yeni bond ile yeni çağan ırmak filminin gösterime gireceği şu günlerde, bu haftasonunun şarkısı olarak kendine yer buldu. Zaman zaman söylenir "abi yıkılıyo be ortalııık" şeklinde nidalar konserlerde. hakiki yıkılma budur bence..Trt nin arşivlerini yayınlayan, güzel sistemleştirilmiş bir kanalı olsa tadından yenmez yeminlen..iyi seyirler ve iyi haftasonları efenim..

4 Kasım 2008 Salı

Cümbüşlü bir Kitap

Zaman zaman burada Orhan Veli'den bazı köşe yazılarını aktarmaya karar verdiğimi belirtmiştim. Onlardan içlerinde okurken en eğlendiklerimden biri de bu;

"okuyucularına hoşça vakit geçirtmek isteyen yazarların sık sık başvurabileckeleri kaynaklar vardır. Milli kalkınma Partisi'nin yayınları ile Necip Fazıl'ın, Peyami Safa'nın yazıları onlar arasındadır. Ben, son günlerde yeni bir kaynak daha buldum: Din dergileri.

Bu dergilerden, geçen sayımızda da söz açılmış, Sebilürreşad'ın meseleleri üzerinde kısaca durmuştum. Elime bu sefer, başka bir hazine geçti. Bu hazine, Haka doğru dergisinin yayımladığı Rüya Tabirnamesi adlı kitaptır. Eser, aslında, Muhyiddin-i Arabi hazretlerininmiş. Muharrem Zeki adında bir zat yeniden yazmış. Bir bilim eseri gibi başlıyor. Rüyalar bir kaç bölüme ayrılmış. Gerçek rüyalar, yalan, aldatıcı, yalancı rüyalar, efdal rüyalar gibi. Gerçek rüyalar da üçe ayrılmış: Teşbir, tahrir, ilham rüyaları..İnsan şaşırıyor birdenbire. Doğru dürüst ağırbaşlı bir kitap okuyacağını sanıyor. Gelgelelim ikinci sayfada iş değişiyor. Sapıtıveriyor yazar. Diyor ki:

"Fakir adamın rüyasına itibar olunmaz. Çünkü, o daima günlük nafakasını düşünür"

Bütün dinler, insanlara, oldukça eşit bir yaşayış sağlamaya çalışmışlar. Bunun için de herkeste önce, fakir fukarayı korumak gerektiğine inanmışlar. böyle iken, nasıl oluyor da, bir din dergisinin çıkardığı bir kitap fakir fukarayı adam yerine koymuyor? Doğrusu pek akıl erdiremedim.

Yazar gene o sayfada, deminki cümledne bir kaç satır aşağıda şöyle diyor:
"Rüya gören kimse, bunu düşmana, cahile, kadına ve maskaraya söylememelidir."

Demek ki kadın kısmı, düşmanla, cahille, maskarayla bir tutuluyor.
Ne insanlık, ne insanlık!
Aynı kitabın başka bir yerinde şöyle bir söz var:
"Vücudunda mevcut uzuvlardan fazla şey gören kişi zengin olur"
İnsanın içinden, cümlemize, üçer kulak, dörder burun, beşer bacak vermesi için Tanrıya yalvarmak geliyor.

Başka bir cümle:
"Kabak ağacı gören kişi doktorluğu öğrenir ve hasta olmaz"
Kabak ağacı olur mu olmaz mı diye düşünmüyoruz bile.
Demek ki, diyoruz, tıp fakültelerinin de pabucu dama atıldı. Öyle ya, bir kabak ağacı gör rüyada; tamam. Ne lüzüm var okullarda çürümeye? hemen as kapına levhayı 'birinci sınıf operatör' diye.

Kitapta bu biçim örnekler tümen tümen. Ama ne lüzum var hepsini sıralamaya? Merak eden alır okur.

Okur ya, kitabın sonundaki bir seğirnameye de ilişmeden edemeyeceğim. Bu bölümde yazar, türlü türlü uzuvların seğirmelerine türlü manalar vermiş. Mesela bir yerde şöyle demiş:
"Tenasül aleti seğiren kimse, izzet ve hürmet bulur; sevdiği adamla buluşur."
"Hayanın iki tarafının seğirmesi, darlığa düşmeye alamettir. Hayasının sağ yanı seğiren insan sevinir. Hayasının sol yanı seğiren insan da sevinir ama daha evvel biraz minhet çeker."
"Dübürün sağ yanı seğriyen aziz olur; sol yanı seğriyen rahat bulur."
Bu kadar rahat konuştuklarına göre, bu zatları sol yanı seğiriyor demektir.

Namusla edep arasında pek de fark gözetmeyen, bu arada da hepimizi edepli olmaya davet eden bu din sözcülerinin bu türlü işlerini -ne yazık ki- pek ciddiye almıyoruz. Bunun böyle oalcağını kendileri de sezmişler herhalde; bir açık kapı bırakmak için kitaplarını 'Şaka Basımevi'ne bastrmışlar..."

Orhan Veli Kanık

Yaprak, 1.4.1950

3 Kasım 2008 Pazartesi

Suit Up İstanbul


Bu sezon dördüncü sezonuna girmiş ve yayına başladığı ilk günden bu yana, severek ve bıkmadna bazı bölümlerini defalarca izlediğim How i Met Your Mother ile ilgili, zaman zaman izlerken bu diziyi kahramanlarını ve yaşananları İstanbul'a uydurmaya çalışıyorum. Bu dizinin (genelde sit-com larda görüldüğü üzere) beş ana kahramanının yanında bir diğer karakteri de new york ve metropol hayatı. Dünyanın neresinde olursa olsun bir büyükşehirin veya metropolün kendine has bazı özellikleri, yazılı olmayan bazı kuraları bulunur. Örneğin İstanbul için konuşursam (daha doğrusu dünyadaki tüm metropollerde bu yazılı olmayan kurallar geçerlidir) yürüyen merdiven kültürü başlı başına bir metropol olmanın getirdiği özelliklerdendir(Ankara'yı bu hesaba katmıyorum. :))). O yüzden bu dizinin kadın-erkek ilişkileri konusundaki yaratıcı tespitleri ve ince mizahının yanısıra metropol yaşamı üzerine de yaklaşımları göz ardı edilemez. Dizinin yapımcısı da bir röpörtajında dizinin çıkış noktası olarak "the stuff me and my friends made in new york" benzetmesinde bulunmuş. Bu da dizinin arkadaşlık adına getirdiği samimi ortamın en büyük destekçilerinden biri olsa gerek güçlü senaryosunda.

Örneğin geçenlerde (belki de hayranlar arasında dizinin en hayal kırılığı yaratan bölümlerinden biri olan) "the best burger in new york" isimli dördüncü sezonun ikinci bölümünü izlerken Marshall a, barda konuşmaya kulak misafiri olan birinin önerdiği "Corner Bistro" isimli mekanı duyduğumda aklıma ilk gelen kızılkayalar oldu. Bunun akabinde Marshall'ın verdiği ayara ise hastayım.

Sanki bir gün Ted yeni tanıştığı hatun kişinin beğenmediği özelliklerinden bahsederken "yürüyen merdivenlerde solda dikilip duruyor" diye şaşkın şaşkın açıklaması akabinde bunu ayrılık nedeni olarak gösterebilecekmiş gibi geliyor. Ya da geçen bölümlerde yapılan new york new jersey tatışması, her ne kadar istanbul un çevresinde onunla rekabet edebilecek bir yer olmasa da Ankara-İstanbul kapışmalarını aklıma getiriyor.

Ted in kesinlikle bir beşiktaş taraftarı olacağını düşünüyorum. Marshall ve Lilly için ise Galatasaray'ı uygun görüyorum. Robin de başlı başına bir beşiktaşlı karakteristiği taşıyor. Barney için henüz karar veremedim ama Fenerbahçe'li olmayacağı kesin gibi.(Zaten bir insan neden Fenerbahçe'yi tutar anlayabilmek çok güç).

Barney'nin New york maratonuna katıldığı bölümü, Avrasya Maratonu ile telafi etmek hiç de güç değil.

Bu dizinin elbette en güzel özelliği arkadaşlığın ve ortamın samimi biçimde yansıtılması. bunun en büyük nedenini yukarıda söylediğim yapımcının sözüne ve zaten halihazırda olan bir yaşanmışlığa dayanması olarak gösterebiliriz. Bir çok sit-com da karakterler esprilerini yaparlar ama mesela kendileri esprilere gülmezler, öylesine sit-com böcüklerinin gülmesinin geçmesini beklerler. Fakat bu dizi, genel sit-com anlayışına karşı, cesaretle takındığı bazı özellikleri ve her yönüyle ince mizah barındıran öndermeleriyle saygınlığını üst noktalara taşımaya devam ediyor. Biri bir espri yapar, karakterlerden biri de o esnada gayet rahat bu espriye o anda güler, ya da özellikle üçncü sezonun ikinci yarısında biraz da üstlenmeye çalıştığı alışılagelmiş sit-com kurallarının sınırlarını zorlama misyonundan da gelen uzun diyaloglar(yani sadece espri yapılıp o sahnenin geçmesi değil, sonrasında da konuşulanlar), sıradan ama oldukça samimi, biraz da izleyicinin daha benimseyebileceği arkadaşlık ortamı sevilme noktalarını tarif eden özellikleri. Örneğin üçüncü sezonun ortalarında Ted'in tramp stampini çıkarmak için gittiği on seans sonunda doktor Stella Zinman (bu arada oh be kurtulduk Stella'dan) a çıkma teklif edeceği bölüm flashbackleri çıkardığımızda sadece bir sahnedne oluşmaktadır. Evet sadece bir sahne ve bu sahne yaklaşık 9-10 dakikadır. Dizinin takındığı cesaretli tutuma verilebilecek örneklerdne sadece biri.

Bu yazıda bahsetmeye çalıştığım şey genel anlayışın aksine (çünkü genel olarka yapımlarda küçük şehirler, metropollerden daha güzel daha huzlurlu olarak betimlenirler) metropol yaşamını iyisi ve kötüsüyle gelenekselleşmiş kuralarıyla anlatmaya da çalışıyor. Bu anlatım diziyi, dünyanın herhangi bir metropolünde yaşayan insanlara daha da benimsetiyor.

Bir de ufak bir kaç şeyden daha bahsetmek istiyorum aklıma gelmişken. Bu sezon how i met your mother ortalama 8 milyon izleyicilik ratingler yakalıyor. Cbs'in artık bir eleneği olmuş olan neşeli pazartesi anlayışını yaşatan dört önemli diziden biri ve Nielsen Rating raporlarından gördüğümüz üzere ortalama 14 milyon seyirciye ulaşan two and a half men den sonra pazartesinin CBS'te en çok iş yapan yapımı. Geçen sezon hiç düşmediği kadar düşen ve neredeyse 6 milyonun altına düşme noktasına gelen ratinglerden sonra bu sezonu şimdiden başarılı sayabiliriz herhalde. Hele ki ilk sezonunda ortalama 16 milyon kişi tarafından izlenip yüksek share elde ederken dördüncü sezonunda ortalaması 5.8 milyona kadar düşmüş bir prison break ve busezon tarihinde ilk defa 10 milyonun altını gören Heroes gibi düşüşte olan dizilere bakınca(yani rakiplerine) başarı çıtasının ne kadar üste çıktığını da gözlemleyebiliriz. Aslında bu ratinglerle ilgili ayrı bir post yapmak istiyordum ama spesifik bir diziden bahsederen onun ratinglerinden bahsetmeyi de uygun grdüm. Bir kaç gün içinde bu sezon izlediğim dizilere genel bir değerlendirme yapmayı düşünüyorum. O yazıda tüm ratinleri de inceleyebileceğiz karşılaştırmalı olarak.

Ne garip ki önceden daha küçükken (burada bir parantez açmak istiyorum. Şehir hayatıyla ilkokul dörtte tanıştım ve o zamana kadar Edirne'nin güzel bir köyünde büyüdüm.) köy kahvesini işleten babam haftasonları şehire(Edirne) gidip gerkeli malzemeleri alırdı. Mutlaka Milliyet'in Oscar TV ekini almasını isterdim. O zamanlar Oscar Tv de bulunan uydu kanalları yayın akışlarını inceleyerek sistemi çözmeye çalışırdım. Şimdi ise istenilen her bilgi elimizin altında internette rahatça bulunabiliyor. Bu nedenle televizyon dünyasına alaylı yetişmiş biri olarka geçenlerde, ucundan yaptığım girişi düşündükçe, nereden nereye diyesi geliyor insanın.

Buraya kadar okuduysanız yazıyı sabrınızdan ötürü teşekkür ederim ve iyi günler diliyorum. How i met your mother ı yerelleştirme ile başlayan konu çocukluğuma kadar uzandı. Çok dağınık yazıyorum sanıyorum. Devlet buna bişey yapması lazım. Herkese iyi günler...

1 Kasım 2008 Cumartesi

Sigara? #2

alkollu bir zamandan herkese iyi geceler...Bir..Sigara...yakacaktım da...

Mabet

Efenim bu akşam üzeri İstiklal'deki Gloria Jean's lerden birinde oturup Colombian Supremo'mu yudumlarken aklımdan geçen bir mevzuya değinmek istiyorum. Bilenler bilir, Colombian Supremo açık ara favori kahvemdir. Bu kahveyi de Gloria Jean's pek güzel yapar. Orada otururken insanın kendinde zaman zaman hissedebileceği garip bir aidiyet duygusu kapladı bünyemi. Yani böyle çok tanıdık bir yere girmişim de yabancılığın içinde mutlu olmuşum gibi bir halet-i ruhiye içinde buldum kendimi. Zaman zaman bu tür yerlere "mabed" yakıştırması yapmayı uygun görürüm. Hani yabancı ya da bilmediğiniz bir yerde gördüğünüzde sizi mutlu eden yerlerden..Başka bir şehirde, kendi şehrinizin plakasını görmek gibi..evet bu benzetme oldukça uygun oldu sanırım anlatmayı arzu ettiğim kavrama. İşte mabedlerimi sıralamak istedim öylesine bu akşam..

Burger King;

Elbette ilk sıraya kocaman mabedimiz Burger King'i koymazsak ayıp etmiş oluruz. Zaman zaman milliyetçi arkadaşlarımla neden illa da Burger King diye tutturuyorum şeklinde tartışmalarımız olur. Onlara genelde şu cevabı veririm.."Çünkü en iyisi bu". Elbette Whopper denilen naneden bahsediyorum. Arkadaş bu nasıl bir lezzet orgazmıdır. turşusuz Whopper ve bir de sarımsaklı mayonez alınır, parmaklarla birlikte yenilir. Bir zaman önce demişler "in the land of burgers, whopper is the king" diye. Doğru söze ne hacet efenim..En sevdiğim mabedlerdendir Burger King şubeleri. Candır.


Gloria Jean's :

Başlıkta bahsettim, favori kahvem Colombian Supremo yu İzmit'teki kahve dünyası şubesi ile birlikte en iyi yapan yer Gloria Jean's şubeleridir. Üstelik kahve kartı da veriyorlar. İstanbul'a geleli üç ay olmasına rağmen kaç tane doldurdum saymıyorum bile. Hele bu kahve durumunu geçenlerdeki Ankara ziyaretimde, sevgili Marika ile oldukça abarttık.


İnönü Stadı:

Bir mabed nasıl olur sorusunun cevaplarından biri de elbette inönü stadıdır. Televizyondan gördüğünüzde, 129t ile yanından geçerken, ya da içindeo olup da maç izlediğinizde o kadar tanıdık ve sizindir ki orası.. Beşiktaş taraftarının genel görüşleri de sizinkilerle uyuştuğunda inönü stadı çok şey anlatır..


Auguste Bonal:

Avrupa da tuttuğum takım olan Sochaux'un stadı Auguste Bonal da içinde maç izlemeyi en çok istediğim stadlardan biri.. Allez Sochaux diye tezahürat eyleyebilmek, hele bir de takımınız kazanıyorsa (bu sezon hç kazandığını görmesek de) en güzel hislerden biri olsa gerek.

Antonio Vespucio Liberti :

Son belirteceğim futbol mabedi de güney Amerika dan. Şunu söylemek isterim ki winamp ın hikmetinden sual olmaz derler. Tam da bu stad hakkında yazarken, sos Cagon u çalmaya başladı.. Orada maç izlemek de dünya üzerinde mutlaka yapılması gereken eylemlerden.. hele ki izlediğiniz maç Sos Cagonlar Boca Juniors maçı ise.. Los Barrochos Del Tablon u izlemek için bile stada gidilebilir...Müthiş bir mabeddir..

Park Köftecisi Osman:

Arkadaş hayatımın en önemli lezzet orgazmlarından bir kaçını yaşadığım, Edirne'de bulunan bu mekan gerçek anlamda bir mabettir. Edirne'ye ne zaman gidersem gideyim mutlaka uğradığım yegane yerdir. Burada köfte yemeden kesinlikle insanlar köfte hakkında konuşmamalılar..O kadar diyorum..İstanbul Four Seasons'da özel köfte gecesi yaptırılan, Betina Hakko'ya otobüsle köfte gönderen ve bir çok ünlü ismin aşina olup uğradığı bu yer kesinlikle başlı başına bir mabettir..