29 Mayıs 2009 Cuma

The Lady With The Little Dog


Bu sezon, Revolutionary road'u izledikten sonra daha iyi bir film görebileceğimi sanmıyordum lakin, The Reader'ı izleme fırsatı bulunca işler değişti. Sanırım Kate Winslet etkisi bu durum. Şöyle bir uyarlama yapayım hemen; "Kate Winslet varsa umut vardır". Kate Winslet, bu filmdeki rolüyle akademi ödülüne uzanmış olmasına rağmen, Revolutionay Road'taki performansı bu filmdekini katlıyor diye düşünüyorum. Daldan dala atlayan gibi görünen konusuna rağmen her daim izleyiciyi içinde tutmayı başaran ve bağlantıları kurmada da yıldızı hakeden kurgusunu da göz önüne bulundurmak gerek The Reader'ın. Yazının bundan sonrasının spoiler dolu olacağını belirterek devam etmek istiyorum söze.

Her erkeğin hayatında, bir çeşit ömrü boyunca aklından çıkaramayacağı bir kadın olagelmiştir. En azından benim tanıdığım erkeklerin çoğunda bu durum söz konusu. Kadınlarda da olduğunu düşünüyorum ama o konuda genelleme yapacak kadar iyi olduğumu düşünmediğim için es geçiyorum şimdilik. Neyse efenim, olgun kadın genç erkek aşkı ile açılan film o aşka bağlı kalarak ilerliyor ama kurgusunu aşk temelli bir rotadan örmüyor. Filmde son derece yoğun biçimde hissettiğim aşık olma duygusunun yanı sıra, ikinci dünya savaşı sırası, sonrası, çok sonrası Almanya'yı da kendimize arka plan ediniyoruz. Söylemek isterim ki ikinci dünya savaşı sonrası Almanya dendiğinde artık bu konunun çokça propoganda filmine alet olmuş olmasından ötürü başta bir iticiliği söz konusu. Film bu konunun üzerinde durmuyor hatta çokça gördüğümüz bakış açısının aksi bir bakış açısı getiriyor. Filmde savaş suçlusu olarak hüküm giyen kadını severken nadiren gördüğümüz yahudi kadından ise nefret etme içgüdüsü oluşuyor. İşte tam da bu açıdan, ikinci dünya savaşı ve Almanya alt metinli filmlerden farklı gidiyor.

İlk sözlerime dönersem, Kate Winslet ile genç Michael Berg'ün aşkı zamana yayılarak mükemmel işlenmiş. Her erkeğin hayatında bu tür bir kadın vardır dedim ya benim hayatımda da mevcut oldu elbette. Hayır, hani şu cinselliği öğreten erkekten büyük kadın değil. Bir şeylerin eksik kaldığı ve bu tamamlanamamışlık hissinin insanın hayatı boyunca aklına getirebileceği bir yarım kalınmışlıktan gelen unutamama olabilir. Kader konusunu düşündüğümde o kişi ile hayatımın bir döneminde tekrar karşılaşacağımı biliyorum. İlk başlarda ona söyleyecek çok şeyim olduğunu düşünüyordum. Suçalama dahil bir çok şey. Lakin üzerine yıllar binmeye başlayınca, bir çeşit sakinlik mevzubahis oluyor. Şimdi ne söyleyeceğimi bilmiyorum onunla karşılaşsam ve konuşma imkanım olsa. filmde de tam olarak benzer bir durum olduğundan şahsımı ziyadesiyle etkilediğini belirtmek isterim o nedenle.

Genç yaşlarında aşık olduğu kadının bir gün aniden çekip gitmesiyle hayatta tek başınalığı kafasına denk eden çocuk, zamanla bu hayatın tuzsuz yemeğine alışmaya başlar. bu metafora şeker daha uygun düşerdi diye düşünüyorum şimdi. Şekersiz çay içmek zorunda kalışına alışmaya başlar. Zaman zaman sakkarin kullanabilir ama o şekerin tadını katmıyordur çaya. İşte tam da bu şekersizlik yukarıda bahsettiğim yarım kalmışlıkla birebir ilintili aslında. neyse efenim, akabinde hukuk okumak için üniversiteye gider ve öğrenciliğinin son yıllarında, bir davayı izlemeye giderler danışman hocaları ile birlikte. Dava ikinci dünya savaşı esnasında kamplarda yaşananlar ile ilgilidir. Sanık koltuğunda oturanlardan biri, oğlumuzun içtiği şekerli çay olan Hanna'dır(Kate Winslet). Bu kısımdan sonra ikisinin yaptıklarını da anlayabildiğimi düşünüyorum. Michael'ın görüşmeye giderken yarı yolda vazgeçmesi, ne diyeceğini bilemeyiş hissi, ikisinde de farklı nedenlerden ötürü vücut bulan utangaçlık duygusu.

Neticede Hanna suçlu bulunarak müebbet hapis alır ve sonrasında işte, o aşk diye nitelenebilecke his kendini tam anlamıyla gösterir. Bazen benim hayatımdaki örnek olarak gördüğüm o kadın ile karşılaşsam yolda yürürken bile kokusundan tanıyabileceğimi düşünürüm. Ya da bambaşka şeylerden bilemiyorum, kimyasal bir etkidir belki de kişiye özel. Yolda yürüyenin o olduğunu bilirsiniz işte, nasıl bildiğinizi bilemezsiniz belki ama o olduğunu bilirsiniz. Bu hissi gördüğümü söylemeliyim Hana'nın hapis günlerinde yaşananlarda. Mevzubahis kısımların aktarılışını da son derece başarılı buldum.

Genel olarak 50 lerin Almanya'sından başlayıp 90'ların Almanyasına uzanan hikayede bu zamanların da başarıyla yansıtıldığını düşünüyorum. Oyunculara gelirsek, bence filmin en başarılı oyuncusu Oscar ödüllü Kate Winslet değil, genç Michael'i canlandıran David Kross idi. Kendisinin olağanüstü bir oyunculuk sergilediği kanaatindeyim. Bu demek değil ki Ralph Fiennes ve Kate Winslet kötüydüler. Onlar da perdede oyunculuk valsi yapıyordu adeta. Filmin eksik noktası ise tamamen Almanya'da geçiyor olmasına rağmen İngilizce konuşulmasıydı. Bu konuda yapacak bir şey yok belki de ama inandırıcılık konusunda sıkıntı yarattığı muhakkak. Netice itibariyle 9/10 vererek pek memnun ayrıldığımı söylemek isterim filmden.

Hiç yorum yok: