3 Ağustos 2009 Pazartesi

16:30

İzafiyet teorisini doğrularcasına, geçmiş günlerden daha uzun bir gün idi geçirdiği. Önce vakit 16:30 olmamak için epeyce diretmiş, bu inadından vazgeçtiğinde ise hızlıca kayarak yol almış, neticesinde birazdan, karşıdan gördüğü ufak, salaş ama her zaman gittiği için kendinden, hayatından bir parça olarak kabul ettiği barın kapısına baktığı anda yeniden yavaşlamıştı. “Dursana durduğun yerde” diye hayıflandı zamana içinden. Zamanın elçisi olarak görevlendirildiğini hemen anlayan beyninin diğer tarafı, mesajını iletmekte gecikmedi; “Ben asla bir durduğum yerde yeniden bulunmam ki aptal!”. Bir yandan kendisine, bir yandan da elçiye kızmıştı. Bu kadar temele ineceğini düşünmüyordu zamanın. Verecek cevabı olmayınca bu basit kaçamak yanıta sığındığını düşündü. “sen hayatın boyunca benim bir ayki halim kadar hareketli olmad….” Kafasının içindeki elçiye, kafasının içinden “kes” işareti yaptı. “Anladık o kadarını.”

Aslında, zamanın kendisiyle birebir muhatap olmamıştı hiçbir zaman. Bugün 16:30 da bile. Son konuşmalarını yaptığını biliyordu, zaman elçisine “saat 16:30” telgrafını yazdırdığında. Karşısındaki kadını yüksek ihtimalle son defa görüyordu. Basit bir farkındalıktı ikisinin de takındığı, tertemiz beyazına, içerken hafifçe kahve damlatarak, bunun bir sürrealist resim olabileceğini düşündüğü masada otururken. Farkındalık öylesine basit ve temeldi ki; zamanın az önce ortaya koyduğu somut dinamikleriyle mecazi bir ithama karşılık vermesi bile daha grift sayılırdı. Son konuşmaları sevdiği söylenemezdi ama son konuşmanın da mutlaka olması gerektiğini savunurdu. “Bittiğini bilirsin ama bir de ondan duymak istersin” diye geçirdi içinden. Basit ve sadece karşılık onaylama idi, masadaki sürrealist resmin arka fonunda saklanan. Birkaç dakika içinde, ikisi de orada durmamak için zamanın hareketliliğini örnek alacaklar, farklı yönlere doğru harekete geçeceklerdi. Geçtiler de…

“Bu yaptığının Latince bir karşılığı vardı. Ad absurdum olması lazım” diye mesajı verdi elçiye zamana iletmesi için. Bu arada barın kapısından içeriye girerek, taburede kendisini bekleyen yakın dostunu gördü. İnancı o yöndeydi ki; bu gecede kendisine teselli vermek görevi ona aitti. “bunu da nereden çıkardın?” dedi zaman. Adam güldü. “Soruma cevap vermek yerine durumu gülünçleştirerek değersizleştirdin.” Dedi adam elçisine. Cevap gecikmemişti. “Sen hiç soru sormadın ki…” Adam şaşırdı. Besbelli böyle bir söz beklemiyordu. Sorduğunu düşünüyordu ama zaman yalan söylemezdi. Bu tartışmayı, sonra devam ettirmek üzere sonlandırdı ve kendisini bekleyen arkadaşının yanına oturdu. Meraklı gözlerin kendisini izlediğini fark edince “Bitti.” dedi sakince. Karşısındakinin eli omzuna uzandı. “Üzülme, zamanla bu da geçer” dedi. Kozmik bir çarpışmaya denk geldiğini düşünerek hafifçe gülümsedi adam. “biliyorum” dedi. “Biliyorum, ‘zamanla’ bu da geçer..”

Hiç yorum yok: