24 Kasım 2009 Salı

Oradan Buradan

Herkese yeniden merhabalar efenim. Uzun bir süre yaz(a)mamanın akabinde bir toplu yazı ile daha karşınızdayım. şsdlfkadsfkl. en yakın tarihten başlayayım öncelikle. bugün öğretmenler günü. Halen öğretmen olmamama rağmen sevgili arkadaşlarım öğretmenler günümü kutladılar pek mutlu oldum.

Yine uuuupuzun bir yolculuğun akabinde şu ara Malatya'ya geldim. Yolculuk süreci her zamanki gibi büyüleyici idi. İki gün, dört şehir sloganını yapıştırdığım bu süreçte havayolu hariç her türlü ulaşım sisteminden faydalandım. Otobüs/deniz yolu/tren yolculuğun yükünü çekenlerdi. bu esnada farkettiğim şeylerden biri, Haydarpaşa'nın Ankara Otogarı "AŞTİ" den pek daha modernize olmasıydı. O haydarpaşa ki periyodik olarak yıkılması veya taşınması gündeme getirilir bazı aç gözlü tarih düşmanları tarafından. Aşti'ye Ankara'dan ulaşım konusunda bir sıkıntı yok, amma velakin bu AŞTİ de doğru düzgün bir lokanta efenime söyleyeyim bir kaç büfe bulmak bile epeyce zahmetli. Sadece emanetçi kısmı başarıyla işliyor. Emanetçi dedim de hem İstanbul da hem de Ankara da bu sistemleri kullandım. Haydarpaşa bu konuda da en önde yine. tamamı elektronik sistemden oluşan valiz kısımları ile her türlü Şehirlerarası Otobüs terminaline fark atmış. Bir de efenim Haydarpaşa da bir restoran var. Bu mekan öyle bir yer ki içeriye girip bir kaç dakika oturduğunuzda sanki gözlerini kapatmışsınız ve açtığınızda 1950 lerin Türkiye'sine zıplamışsınız gibi hissediyorsunuz. Atmosfer müzikler, mekanı işleten amcalar, muhabbetler pek şahane vesselam. Derim ki vaktiniz olunca bir ara uğrayınız.

yolculuk esnasında, en ama en mutlu olduğum bir kaç an vardı. Müadenizle bunlardan da bahsetmek istiyorum. biri klasik bir nokta efenim. Ankara treninde gündoğumuyla yapılan dillere destan olması gereken dünyanın en güzel kahvaltılarından biri. Güneş kendini gösterip göstermemekte tereddüt ederken bundan etkilenmiş ilk aydınlık anı ve muhteşem bozkırlarla birlikte günün ilk ışığıyla ilk kahvaltısını etmek içni dahi ben yine yeni yeniden o sekiz saatlik tren yolculuğuna, her türlü ağlayan bebek sesine katlanırım açık konuşuyorum. Kahvaltı haricinde Sevgili bulut B'nin kelimelerini okuduğum an da bu yolculğun en mutlu anlarından biriydi. B candır açık konuşuyorum. Ayrıca Marika ile, Ankara da Cepa alışveriş merkezinde, yeğenime hediye alırken oyuncakçı dükkanının altını üzerine getirdiğimiz saatler de pek mutluluk vericiydi. Özellikle hollywood filmlerinden fırlamış modda bu tür yerlerde her görüğünü deneyen tipik karakterler gibi denediğimiz ürünlerle geçirilen zaman ve çekildiğim pek şahane fotoğraf ki kendisini buradaki public sayfaya koymayacağım utanıyorum ldfkdsklşfsadlkş. Facebook a koyacağım.

Harici olarak bilet alırken otobüste İnternet var demelerine rağmen kapalı devre müzik yayınını bile bizzat zorlayınca açan Beydağı turizme binmeyin kardeşim. Hiç memnun kalmadım. Eğer olur da bir gün Malatya'ya kara yolu ile gidecekseniz Malatya Kernek Turizm'i deneyiniz.

Yolculuk dedim de 17 veya 18 nisanda da yolda olacağız inşalla yareppim dinimiz amin.

2009'un son ayına girerken yılın değerlendirmesi de azırlanıyor. Özellikle Last fm de son 12 ayda dinlediklerime göz gezdirdim de bir grup dominant biçimde top 20 ye on kadar parça sokmuş. Vay anam vay serhat ya!

Ezel yeni modamız. Güzel gidiyor şimdiye kadar. Bakalım neler olacak. Ayrıca Geniş Aile de sezonun en sevdiğim dizilerinden.

Ankara da Gloria Jeans'te How I Met Your Mother'ın Playbook isimli beşinci sezon sekizinci bölümünü izleyen iki görgüsüz gördüyseniz onlar marika ile biziz. kdsklşfasldkşlş. Sadece o mu? Check this out!!!

Bir de taaaa Atina'lardan bana Uzo getiren Marika'ya sevgiler saygılar. Saksı değilim ben tabi. En çok bana getireceksiniiiiiiiiiiiiz en çok banaaaaaaaaaaaaa

Herkese iyi günler diliyorum yazarım daha lksdfklşsdaşlf

3 Kasım 2009 Salı

Film, Çay, Döşek, Battaniye

Sabahın sabah olduğu vakitlerdi. Geçmişe yazılı kalmış ve yazılı kaldığından akıldan çıkmamış “günün ilk saatleri.” Şehrin hafif dışındaki bir sitede, lapa yağıp havayı soğutmayan bir havlamayan köpekti kar. Cama başını dayadığında, o günlerde elinden düşüremediği telefonuna ve banklarına kır düşmüş çevre düzenlemesine bakmaktaydı. Her film masal, her şarkı aşıktı en safından. Biraz önce izlediği film, eline aldığı tiryakiliğin biricik sembolü çay, soğuk yememek için üzerine oturduğu derme çatma bir döşek, renkli polar battaniye ne düşünürse düşünsün, onun hissettikleriydi anlattıkları.

“Anlattıkların, karşıdakinin anladığı kadardır” şeklindeki ergenlik dönemi iletileri gelmiyordu aklına elbette. Bilhakis mevzubahis sözde, “kadarını” anlayan karşı taraf konumundaydı o gece. Tam da o zamana göre sanat şaheseri saydığı film, tüten demli dumanını karlı bir geceye en çok yakıştırdığı çay, çok kullanılmaktan rengi solmuş döşek, Fareler ve İnsanlar’daki karakterlere özenip ısrarla dokunmaktan imtina etmediği battaniye kesinlikle onun anladıklarını anlatmıyorlardı. Ne olursa olsundu, O’nun anladığını anlatıyorlardı. Ve O, onların da kendisinin aşık olduğunu görmekten oldukça huzurlu hissettiklerini anlıyordu.

“Bırak tasalanmayı da hadi gel! Böyle bir an bir ömre bedel..” Sabahın ilk ışıklarının henüz aydınlatmaya başladığı fakat asıl ışığı hala sokak lambalarının yaydığı düzenlenmiş çevresiyle tam da yeni lapalanmış bankta oturarak içilecek bir bardak dumanlı ve gerçek anlamıyla demli çayı değişebileceği öğelerin sayısı epeyce azdı. Böyle bir “an”ı yaşamak, tam da “yaşamaya geldik bu dünyaya” bahanesinin gerçek anlamıyla oturacağı eylemdi. Hiçbir karesine kışın yansımamasına rağmen bu gecenin olmazsa olmazı gördüğü film, kalitesiz olduğu için soğuğu geçirip aynı zamanda epeyce de sert olan döşek, çıkarken Süperman’in pelerini gibi atmak istediği battaniye de tam olarak bunu yapmasını söylüyorlardı…Ya da onun anladığı kadarı buydu. “Böyle bir an bir ömre bedel…”Koşarak, İzel’in ilk aydınlıkla dans ettiği sesinin duyulduğu parçayı açtı.

Her yükselen ton ile o sesin huzurdan birkaç saniye önceki an olmasına koşullandığı kısa mesaj notaları da İzel’in sesine eşlik etmekteydi. Dışarıya çıkıp o bankta sokak lambalarının işi bitinceye dek oturması gerektiğini düşünüyordu. Düşünmek, yapmanın epeyce büyük bir öz alt kümesiydi o günlerde. Ya da camı açıp, hemen önlerinden geçen otobana doğru anlamlı anlamsız sevgi sözcüklerini haykırmak da. Elbette bu bir öz alt küme değildi ama öz alt kümesi aynı olan bir başka eylemdi. Az önce izlediği filmde “sanat” diyeceği kılıç düellosuna ev sahipliği yapan toprağa düşen yapraklarla gözlerini kapatmış, ince belli bardağın dumanıyla bankta oturmuş, çarşıda görüp bağdaş kurup oturmak için aldığı döşeğiyle camdan avazı çıktığı kadar göğsünün ortasına huzur pompalayan kelimeleri sıralamış, epeyce ince olduğu için ısıtmamasına rağmen yatağına mutlaka her gece soktuğu battaniyesiyle gözlerini tekrar açmıştı. Bu hissi ömrü boyunca bir daha hissedemeyeceğini o gün tam da o an ve tam da o yerdeyken bilmiyordu henüz..

Şimdi sabahın çoktan olduğu ve yorganın tamamını karşı tarafın üzerine aldığı bir yatakta uyanıyordu. Sol tarafına baktı..Umutsuzca başını sallayarak sessizce doğruldu. Yan tarafındaki komidinin üzerindeki sigarasına, öğrenciyken hep sahip olmak istediği ahşap, büyük İskandinav giysi dolabına, turistlere epeyce pahalı fiyatlardan satılan işleme kilime ve üzerinde kötü çizilmiş bir yavru kedi bulunan yumuşak terliklere göz gezdirdi… “Dört yıl..Dört parça” diye geçirdi içinden. Yan tarafında, yorganın bir kısmını iade etmek istercesine hareket oldu. Gözlerini mahmurlaşarak açtığını gördü.. “Gelsene..” diye de bir fısıldama. Etrafına bir daha baktı adam.. “Kahve içip çıkmam gerekiyor..Geç kaldım..”