30 Ocak 2009 Cuma

It's A Damn Cold Night

Merhabalar sevgili okuyucu. Türkiye soğuk bir haftasonuna girmek üzereyken, her yerde Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki ortadoğu konulu paneldeki konuşmaları ve moderatör ile el ele itişmesi, Peres'e söylediği sözler, muhteşem şekilde "one minute" deyişi ile daha da gelmem Davos'a türküsünü söylemesi konuşulurken, yine konudan konuya atlayacagım ufak bir yazı karalayacağım.

Allahım yine berbat bir giriş paragrafı oldu. Bu sabahın erken saatlerinde İzmit'e gittim, akşama doğru eve döndüğümde havanın da etkisiyle, buz gibi olmuş ev ısınana kadar iki kat battaniyenin altına atıverdim kendimi..Kendisini pek severek dinlemesem de Avril Lavigne isimli hanım kızımızın "I'm With You" şarkısının "it's a damn cold night" sözleri geldi aklıma. Hemen açtım tabi şarkıyı. Yıllar olmuştu neredeyse dinlemeyeli. İyi geldi diyebilirim. Hemen ardından da Winamp Nick Cave'den the Mercy Seat ve Pink Floyd'tan Hey You çalınca güzel bir ısınma süreci gelişti. "Open your Heart..I'm Coming Home.."

Bu winamp gerçekten müthiş bir program. Özellikle Shuffle bölümünde zaman zaman seçtiği şarkılar oha dedirtebiliyor az önceki sıralamada olduğu gibi. Eski bir arkadaşım winamp için "hikmetinden sual olmaz" derdi. Kendisine şiddetle katılıyorum. Öte yandan, winamp ın shuffle özelliğinin tam da doğru zamanda doğru parçaları seçme büyüsünün evrendeki genel enerji ile de bağlantılı olabileceğini düşünüyorum. einstein'in mutlaka varlığına inanıp üzerine kafa patlattığı ama sonuca ulaşamadan aramızdan göçüp gittiği "her şeyin teorisi" gibi biraz belki de. Örneğin Çarşambayı perşembeye bağlayan gece, yatmadan önce Lost'u internetten canlı canlı izleyeceğim yerlere bakmıştım öylesine. Sabaha karşı 06.00 da yayın olacagı yazıyordu bir yerde. O vakte kadar uyanık kalmayı imkan dahilinde görmediğim için yatağa yatıp uyumuştum. Fakat bir anda uyandım, aniden gözlerim açıldı öyle..Yani dışarıdan gelen bir sesten değil, öylesine kendi kendime uyandım. Yastığımın yanındaki telefonuma uzanıp saate baktım "05.59" du..Tam anlamıyla bir film karesinden fırlamış gibiydi görüntü..Yaklaşık 5-10 saniye baktıktan sonra saate 06.00 ya dönüşüne tanık oldum saatin. Buna biyolojik saat denebilir elbette fakat aylardır 9.30 dan önce kalkmıyordum. bu daha farklı bir şey. NLP mi? Bilemem, ama işte tam da bunun o "her şeyin teorisi" ile bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

biliyorum herkesin hayatında, "bunda bir iş var" deyip evrenin sırlarına kafa yorduğu dakikalar yaşatan vukular cereyan etmiştir. Ne bileyim, aklınızdan uzun süredir görmediğiniz biri geçer ve çat sokağa çıktığınızda o insana rastlarsınız gibi.. Bir tür altıncı his deniyor sanırım böyle durumlardaki öngörüye. Fakat bunun bir tür enerji ile biyolojik bağlantı kuran evrenin bütünselliği olabileceğini de düşünmüyor değilim. einstein belki bakış açısını tam tutturamadığı için meseleyi çözemeden aramızdan ayrılmıştı ama böyle bir bütünselliğin olduğuna dair inancı şüphe götürmezdi. P2p sistemlerindeki gibi bir enerji bütünselliği belki de. Herkesin, her şeyin enerjisinin bir parça kullanılıp ortak bütünselliği oluşturabilirliği. yani bu elbette ki "Var mısın yok musun" daki gibi, "hep beraber elimizi koyalım küçük çıkar" gibi değil. Artık o kutunun içindeki değiştirilemez ama, bir tür enerji bütünlüğü ile büyük olmayan kutuların hangileri olduğu tahmin edilebilir gibi..

Bir einstein daha çıkmasını bekleyecek dünya sanırım bunun çözümü için. yeri gelmişken, resimdeki kazaını da çok beğendim Albert amcanın. kazak fetişistliğim depreşiyor. Neyse kafayı bu konuyla bozmadım elbette. Öyle aklıma geldi 06.00 da birden uyanınca. Bunu bir araştırsın sebastian. L-Manyaktaki hangi köşeydi unuttum Sebastian'a buyur edilen köşe..

Copa Libertadores başladı. Neyini seviyorum bilmiyorum çünkü bok gibi futbol oynanıyor, yapılan pas hatalarını, öküzce tercihleri gördükten sonra Avrupa futbolunda barınamayacağı kesin olan Güney Amerika takımlarının ateşli seyircileri mi, yoksa Güney amerika'nın kendisini zaten sevdiğimden mi bilemiyorum.

Yazımı bitirmeden önce winampımın shuffle ını açıyorum bakalım hangi parçayı seçecek..

İşte bunu seçti..Can winamp ya..siz hemen bu paragrafa geçtiniz ama ben bir dakika için dailymotion da link baktım..winamp candır!!!!

28 Ocak 2009 Çarşamba

Dodim Geldi.


Nasılsınız sevgili okuyucu. Beni soracak olursanız ektilenmekteyim deli gibi iki gündür. Bu böreği Edirne'deki büyükannem ve annem fena halde güzel yapıyor. Fakat İstanbul'da uzun süre aramama rağmen, menüsünde pırasa böreği bulunan bir börekçi veya hamur işi yapan mekan bulamadım. Fena halde canım çekiyor.. bilen varsa yapan bir yer, yorumlara yazsın bir zahmet ya da sen gel ben sana yaparım diyen olursa, o kişiyi lost un sonunu söyleyerek ödüllendireceğim. dooodidooodidodidoodidodi

26 Ocak 2009 Pazartesi

Al Eline Bir Kaya, Nerene Dayarsan Daya

Şu ülkede en nefret ettiğim kurum, radyo televizyon üst kurulu ismindeki gubidik kontrol mekanizmasıdır. Tahmin edilebilir ki, rtük ün ortaya çıkışının gizli amacı, siyasetin medyayı kendince kontrol etmesidir. Şimdi burada uzun uzun basın özgürlüğü gibi konulardan bahsetmeyeceğim. Zaten yetkin yazarlar tarafından uzun uzadıya ele alınmış bir mevzu bu. Aykut Zahid Akman, Rtük'ün şu anki başkanı. Rtük'ten baştan beri nefret eden biri olarak rtük başkanlarına da alışabilmiş değilim. Kendisini de o nedenden ötürü sevmiyordum. Fakat zamanla, Aykut zahid Akman kendinden nefret ettirmek için bir sürü neden yarattı.

Açılış paragrafı yazmakta pek başarılı değilim biliyorum, az önce 90 dakika isimli televizyon tarihinin en başarılı spor programlarından birini izlerken, artık rtük'ün iyice çığrından çıktığını gördüm. Eğer bu programdaki cesaretli insanlar söz etmeseydi eminim hiç bir programda bu konunun üzerinde durulmayacaktı. Tff, kulüpler birliği, rtük gibi kurumlar bir toplantı yaparak, yayınlarını "isteklerine" göre düzenlenme kararı almışlar. Şaşırmamak mümkün değil. Eğer bir spor kulübü yöneticisi, kameraların karşısında hakeme saydırırsa hiç bir sorun yok, fakat zaten işi veya sıfatı "hakem yorumcusu" olan biri televizyondaki programda hakem hakkında düşündüklerini belirtemiyor. Nereden tutarsan tut elinde kalacak bir karar..

Rtük'ün televizyonları tamamen baltalayan ve bana göre tamamen sistemin içine eden bir kararı daha var. Bu da reklam süreleriyle ilgili. Televizyon ve diziler hakkında yazan, oldukça başarılı blog yazarlarının yorum kısmlarında da bu sistemin, çöküşten başka bir şey getirmeyeceğini ima eden yorumlarım olmuştu. Rtük'ün aldığı reklam sürelerine dair karar az çok şöyle bir şey;

1- Televizyon programlarında ilk 20 dakika boyunca reklam koyulamaz. Bu süre sinema filmlerinde 40 dakikadır.

2- Reklam kuşakları belirli bir süreyi geçemez(bu süreyi net olarak bilmediğimden söyleyemeyeceğim fakat 8 dakika diye tahmin ediyorum)

3- Reklam kuşakları arasında en az 20 dakika olmak zorunda.

Belirli bir süre küçük bir kanal da olsa televizyonda çalıştığım için, bir dizinin maliyetinin bu koşullar altında dört reklam kuşağına denk geldiğini görebiliyorum. Bu nedenle yayınlanacak bir dizinin süresini hesaplayalım. dört reklam kuşağımız olacak. 20. dakika 40. dakika 60. dakika ve 80. dakikalarda reklam koymalıyız en az. Evet bir dizi ham olarak (son reklamdan sonra göstermelik bir sohneyi de eklersek) 81 dakika çekilmek zorunda. hem de her hafta!!! Set ortamında da bir süre bulunduğumdan, bu koşulların ne kadar zorlayıcı olduğunu bizzat tecrübe ettim fakat gerçekten her hafta bir dizinin bölümünü yayına yetiştirmek için tam bir kaos halinde çekim aşaması oluyor. Reklamlarla birlikte 8x4 + 1,5x4(burası da kanalların program fragmanlarını yayınladıkları zaman) 119 dakika süren dizilerimiz oluyor. İki saat diziyi izlemek de yazmak da apayrı zorluklarla örülü. Yazmak çok zor çünkü 40-50 dakikada anlatılabilecek konu, 80 dakikaya yayılmak zorunda. Bu süre nasıl doldurulur? Tabi ki birbirinden gereksiz diyaloglarla. Bir konuşmanın haddinden fazla uzun sürmesiyle(ranini de değinmişti, adanalı isimli dizide bir kaç kere artık öffffff dedirten diyaloglar vardı). İzleyici de bu diyalogları izlemek zorunda kaldığı için iki saat dizi izlenmiyor. Ne o öyle sinema filmi gibi? Elbette zaten bölümün textini zar zor yetiştirdiği için senaristler, öneğin yabacı dizilerde gördüğümüz reklam öncesi ara cliffhanger denebilecek heyecan noktası da oluşturulamıyor. Utanılmasa bir diyaloğun ortasında dizi kesilip reklama girilecek.

Rtük'ün bunu yapma amacı, elbette ki izleyicileri bayan reklamlardan kurtulmak istemesiydi. Fakat bu kez reklamlar değil programlar baymaya başladı. Peki ne yapılmalı? Sorunu belirtip öneri sunmadan yazıyı bitirecek değilim elbette.

* Bir kere rtük, tck'ya aykırı olması halinde hiç bir programın yayınlanmasını engelleyemmeli, yayından kaldırttırmamalı veya kanala ceza vermemeli. Rtük'ün tek bağlayıcılı Türk Ceza Kanunu olmalı.

* Reklam sürelerine ya karışmamalı ya da win win durumu olabilecek şekilde düzeltmeli. Bana göre hiç karışmamalı ki sistem içerisinde zaten birbiriyle yoğun rekabet içerisindeki kanallar, hem kendilerini hem de seyircileri memnun edecek bir orta yol bulacaklardır. Karışması halinde de bir bölümün en kötü 60 dakikada çıkabileceği bir sistem üzerine düşünülmeli.

* Rtük, siyasi erkin medyayı yönetme aracı olmamalı.

* Rica edicem şu sigaraları buğulaştırma zorlamasından da vazgeçsin rtük. Amaç gençleri özendirmemek ama tüm ekran hd kalitede ayna gibiyken sigaranın buğulanmış olması ona daha fazla dikkat çekiyor.

* bir de internet sitelerinin denetlenmesi de bu kuruma verilecekmiş diye söylentiler dolaşıyor. Yani inanabilmek oldukça güç.

Bu kurum gerkeli midir? Bence gereksizdir. Bu yaptığı uygulamardan ötürü gibi gelse de temel olarak rekabetçi bir ortamda, rekabetin usulunu denetleyen bir kurum olabilir. Bu kurum denetlemek yerine direk olarak sanki her medya kuruluşunun yayını kendi yapıyormuş gibi yönetmeye kalkmaz. Başındaki dokuz kişiden beşi tbmm tarafından siyasi partilere dağıtılmış kontenjandan oluşmaz. Televizyon konusunda uzman sahışlar olur. Aykut Zahid Akman'ı nereden tutsam elimde kalıyor. Petek Dinçöz'ün Can Tanrıyar ile evlendiği Beyaz Show'da, Beşiktaş'ta oturan izleyicilere bir şey söyleyecek, fakat hitabı aynen şöyle "Buradan Beşiktaş'lı SEÇMENLERE de bir şey söylemek istiyorum" İşi televizyonları ve radyoları denetlemek olan bir kurulun başkanının veya siyasete dahil olmayıp televizyona çıkmış birinin hitabını "Beşiktaş'lı izleyiciler" olarka beklersiniz. En azından ben beklerim. Bu cümle dahi benim için, bu şahsın orada oturma nedenini açıklıyor. Deniz feneri gibi yolsuzluklara isminin karışmış olmasına değinmek bile istemiyorum..

Son olarak söylemek istediğim şu aslında. bu kurum çok çok çok üst bir kurum. "Bırakın bütün yayınları biz yapacağız" der gibi..Son derece de güven vermeyen bir kurum haline dönüştü..Yazık..

25 Ocak 2009 Pazar

Pazar Şarkısı.

Hadi, pencereyi açıp temiz havadan bir nefes çekerek kahvaltıya...


24 Ocak 2009 Cumartesi

Kısa Kısa Serisinden..

*Efenim bu güzel cumqrtesi öğleden sonrasından herkese merhaba. Umarım keyifli bir haftasonu geçiriyorsundur sayın okuyucum. Neysse efenim, Ev arkadaşımın Marmara Üniversitesini kazanıp da İstanbul'a gelen bir yiyeni var bu sene..Ona çoğu zaman baktığımda eski beni görüyorum. Sanki yapacağı doğruları, hataları biliyormuşum gibi hissediyorum. hoş elbette ne söylesem aynı hata veya doğru davranış her halükarda olacak. Ne demiş sevgili Lost ekibi "you can t change the past.." yaa yaa

* Dün gece garip bir aydınlanma yaşadım. Yani bunu nasıl anlatsam bilemiyorum. Son bir aydır adeta kapana kısılmış hisediyordum kendimi ve sanki hayatım boyunca böyle devam edecek diye düşünmeye başlamıştım. fakat dün gece...aniden..birden.. bu durumun geçici olduğunun farkına vardım. Yani elbette yakın arkadaşlarım daha uzuuun bir süreç var önünde, hayat uzun bir yol şeklinde öğütler verse de insanın buna kendisi inandığı o "an" tamamıyla farklı oluyor. Bu aydınlanma nedeniyle fena halde huzurlu bir haftasonu geçiriyorum. Durumu sevgili arkadaşım marika'ya alattığımda bunun nedenini Lost olarak belirledik. Bir süredir bezmişlik olduğu için üzerimde, kafamı yorabildiğim ufacık bir konu bile yoktu. Ta ki lost gelip çarklar çalışmaya başlayana dek. düşünce mekanizması harekete geçmeye başlayınca Lost'a kafa patlatmaktan ötürü, ısınmaya başlayan kafa daha hızlı çalışıyor sanki dslfasldfklsadflksalşflşksdfklşsa. her ne olursa olsun, isterse sıçıp sıvasın sonunda, bu dizi iki kez hayata dair ilgilenebileceğim şeyler çıkardı karşıma. İlk seferde yoğun aşk acısından farklı bir şey düşünebilmeme temel oluşturdu. İkinci sezonun ortalarıydı Lost'u keşfettiğimde. İyi ki keşfetmişim. Şimdi de yoğun ekonomik buhranın da getirdiği sıkıntılı yaşama dair yeni bakış açıları geliştirmeme ön ayak oldu.

* Severen takip ettiğim bloglardan biri de gök günce isimli astronomi ve uzay bilimine dair yazıların yer aldığı blog. Orada gördüğüm bu videoyu ben de paylaşmak istedim. 2008 yılından merkür, mars, venüs ve satürn e dair en etkileyici fotoğraflardan oluşan bir derleme video.

Riding with Robots - Best of 2008 from Bill Dunford on Vimeo.

* elbette o akdar referanstan sonra muhteşem geri dönüşü ile Lost'u da anmamak olmaz. Grift senaryo yapısının ustaca işlenip, bu açılışta adeta show yaptığı bölümler izledik. Hayranlık duymamak mümkün değil. Teorilerime gelince, sözlüğe de yazdım, benjamin linus ve desmond'ın dizi boyunca hiç karşılaşmamış olmaları durumu bu iki bölümde de devam etti. Kesinlikle çözüm noktalarından biri bu ikili arasındaki ilişki olacak. Benjamin abimiz, Jack dallamasına adaya geri dönecekleri sayarken(Kate,Sayid,Hurley,Sun) desmond ı saymıyor. Ya desmond ı hiç bilmiyor ya da çok daha büyük bir bağ var aralarında. Bölüm sonundaki medyum ablamız ise, foucault sarkacı prensibi ile adanın o zamanki exact yerini tespit etmeye çalışıyordu diyebiliriz. Benim zaman konusundaki teorim şöyle, ada üzerindeki zaman adanın dışarıya göre zaman atlamasından farklı. Yani iki farklı zamanda yolculuk var bu sistemde. Biri adanın kendisi. Dış dünyaya göre olan zamanda farklı yerlere atlıyor ve kendini deli gibi ordan oraya dağa taşa vuruyor konum olarak. İkinci zaman atlama ise adanın kendi içinde. Yani Sawyer, Faraday ve juliet in ekibinin yaptığı zaman yolculukları. Bir şekilde 70 saat sonra ada tam olması gerketiği zamanda ve olması gerketiği yerde olacak. Bu tamamen unique bir durum. Faraday'e gelince, bölümün başında onu dharma da görünce oldukça şaşırdık ama bölüm sonundaki düşüncem Faraday'in charlotte a bir sabit bulmak için orada oldugu şekline geçti. Faraday'in adaya ilk geldiğindeki hafıza sorunlarına benzer sorunları charlotte un yaşamış olması onun mutlaka bir sabite ihtiyacı oldugunu gösteriyor. Peki Faraday ne için Dharma zamanına gitti. İşte burada Charlotte'un, namaste amcamız doktor marvin candle ın kızı olabileceğini düşünebiliriz. Ya da desmond ile yaptığı konuşma neticesinde Charlotte'un faraday'in annesi olabileceğini..Aşktan farklı bir ilişki ile birbirlerine yaklaştıkları belliydi en baştan beri. Eğer Charlotte, Faraday'in anesi çıkarsa şaşırmam artık....Bir de John'un pusulası var. Richard zaman atlamaları esnasında onu kendisine verdi. Hatırlarsak geçen sezon bir bölümde Richard, John'un çocukluğuna giderek önüne serdiği bir kaç materyalden birini seçmesini istiyordu ve "bunların hangisi zaten senin" diyordu. İşte o materyaller arasında bu bölümde John'a verilen pusula da var....Görünen o ki zaman yolculugu sayesinde adanın merak ettiğimiz sırlarını öğreneceğiz. Black Rock gemisini, "the incident" ı. Adanın özelliğini....... bir ayrıntı daha vardı bu bölümde. İlk sezonda Boone'un ölümüne neden olan Mr Eko'nu kardeşi Yemi'nin uçağının adaya düştüğü zamana da gittik. John o esnada Ethan tarafından vuruldu. birinci sezonda da tam olarak aynı yerde bacağında bir sancı hissediyor ve bu nedenle yukarıya boone çıkmak durumunda kalyordu. Nefis bir ayrıntı olmuş ama o uçağın düşmesi sahnesinin sadece bize zamanda yolculuk yapıldığını kesin olarak göstermek için kondugu kanaatindeyim..Neyse efenim daha söylenecek çok şey var elbette..Şimdilik burada keselim.

* Çok sevdiğim bir pazar şarkısı seçtim yarın için. Herkesi güzel bir kahvaltı hazırlamaya çağırıyorum..Ben de uzun süredir görmediğim, üniversiteden how i met your mother tandansındaki arkadaş grubum ile İzmit'te buluşacagım kahvaltı için. Üniversiteden sonra her birimiz İzmit'ten ayrılmıştık fakat böyle bir buluşma için elbette İzmit ve sürekli kahvaltı yaptığımız köydeki cafemiz tercih edilmeliydi. Herkese sevgiler, iyi haftasonları efenim.

20 Ocak 2009 Salı

Konuşma..


- Kibrit kokusunu sever misin?

Sigarasını çoktan yakmış olan adam arkasından adım adım yaklaşan yağmurluklu kadının sorusuna şaşırmıştı. Işıklandırmasına bile bakılıp, edith piaf eşliğinde bir şişe şarap içirtebilecek köprünün ortasında, nehire doğru küllerini dökerek sigarasının, gelen topuklu sese doğru çevirdi başını. Hava pek yağmurlu sayılmazdı fakat yine de çiselemenin etkisini küçümsemek hatalı bir davranış olarak gösterilebilirdi. Elbette adam gibi isteyerek ve bilerek bu hafif yağmurda sırılsıklam olmadan ıslanmanın tadına eşlik edecek temiz havayı çekmek istemiyorsa insan içine. hele ki sıkıcı bir bohem davetinin olduğu 200 metre kadar gerideki, nehir kıyısında ve "şehrin önde gelenleri" arasında oldukça yüksek ehemmiyete sahip, kaldırım taşlarıyla iç ve dış dekoru süslenmiş mekandan kaçarcasına uzaklaşmak istiyorsa, bulunmaz bir özgürlük tadının saçlarında kristalleşmesi, ertesi gün hapşurarak yatağında yatmaya yüz defa bedeldi.

- Sevmezsen karşı tarafta içeceğim.

Gözucuyla köprünün ortasında durmakta olduğu yerin karşısına baktı. İki şeritli bir trafiğin akmasına zar zor yetecek köprüde, karşı taraf pek de uzak sayılmazdı. Gözünde, o çok rağbet edilen kaldırım taşı dekorlu yerden ne kadar şiirsel görüneceği canlandı karşılıklı sigara içişlerinin. Her şeye rağmen, kibrit kokusunu fazlasıyla severdi. Koşullu eylemini söylediğinde çantasından sigarası ile kibritini çıkarıyordu kadın. Yağmurluğunun altındaki catherine melandrino hemen kendisini gösteriyordu..Gülümsüyordu, öne sürdüğü koşulun anormal olduğunun farkındalığını yüzüne takınarak..

- Çok severim.

Bir an için reddedileceğini düşünen kadın, sigara paketinden bir tek çıkartarak köprüye dayandı. O ana göre yüzde yüz sevilen kokusunu yaymak üzere kibritini çakarak sigarasının ucuna götürdü. Kibritin kızıl alevinin tütüne değdiği ana köprünün ışığının yağmurlu dansı da eşlik etmişti. Attila İlhan şirinden fırlamış bir görüntü olmalıydı. Sigarasını yakmasıyla içine çektiği dumanı dışarıya verdiğinde, ince yağmur damlalarının kendini biriktirdiği, lacivert ceketinin omzunu gördü adamın. Önceden planladığı bir diyalog değildi az önce olanlar, tamamıyla spontandı. Sigara içecekti ve metrelerce uzunluktaki köprüde birbiriyle konuşmadan sigara içen iki kişinin görüntüsünün, az gerideki kaldırım taşından oluşan duvarlarıyla, popülerliği dillere destan mekandan garip görüneceğini düşündü..Bir şey söylemek istiyordu. Az önce kendiliğinden gelişen bir kaç saniyelik konuşmanın aksine şimdi kafası ne söyleyeceğini tartmaktan alamıyordu kendisini.."Sen de mi sıkılıyorsun bu tür davetlerden?".. Aman allahım ne kadar da klişeydi. kesinlikle böyle bir cümle kuramazdı. En iyisi adamın bir şey demesini beklemekti. Yüzünü nehre doğru dönerek yağmurun arasına ve nehre doğru dumanı üfledi.

- Sigaranın dumanı kibrit kokusuna eşdeğer değil.

Adam, söylediğinin ne kadar aptalca olduğunun farkına vardı. Tam anlamıyla mia vallace ile vincent vega nın garip sessizliği sayılamazdı oradaki sessizlik ama neden durup dururken dünyanın en saçma cümlesini kurduğunun pişmanlığını bir saniye bile geçmeden yüzüne oturttu. Elbette ki bu yüzü önüne dönerek sadece nehire gösterdi. "herkes sigaranın dumanıyla kibrit dumanının kokusunun farklı olduğunu bilir!" İlla ki konuşmak ve bu anın güzel bir sohbete belki de tüm geceyi kapsayacak bir birlikteliğe dönüşmesini istemiyordu. Sadece nezaketen kurduğunu düşünerek pişmanlığına bahane bulmak istedi kendince. Çok hevesli görünmek istemiyordu. Peki nasıl oluyordu da, kadın ilk soruyu sorduğunda hevesli olmadığına dair düşünceyi anında kabullenirken, kendisi bir şey söylerken sanki tek amacı "bu gece bu hatunu götürmeliyim" cümlesinin tıpkısı olmaması için saçmalıyordu. En iyisi kadının bir şey demesini beklemekti. Cevap almaya çok hevesli görünmemek için sigarasını içine çekerken yerdeki köprü taşlarına bakıyordu..

- Kesinlikle değil.

Daha basit bir cevap veremezdim herhalde diye içinden geçirdi kadın. Tamam adamın bir şey söylemesini beklemişti, adam da söylemişti ama "kesinlikle değil" neydi ki? Konuyla çok az alakası bulunan benzetme yapması gerektiğini düşündü aslında. Adamın kendisiyle konuşmak istemediğini de düşündürüyordu son saniyelerde sürekli yere, hatta ayakkabısına bakışı ve baktığı ayakkabısının olduğu ayağını küçük hamlelerle ileri geri oynatması. Sigarasının bitmek üzere olduğunu gördü. Artık, son cümleler ve hiç tanımadıkları birbirleri hakkında, son derece anlamsız iyi temennilerin olacağı konuşma gerçekleşecekti.

- yine de, kibrit kokusunun yakın karşılayıcılarından olarak gösterilebilir. Hiç yoktan iyidir. Neyse benim içeriye dönmem gerekiyor. İyi geceler.

Adam, kadından veda onayı anlamına gelen gülümsemesini almasıyla kendisi de aynı şekilde karşılık vererek, ceketini düzeltip yürümeye başladı. Arkasına bakmıyordu. Kadın da adamın gidişini izlemiyordu. bir küçük sigara dumanı daha karıştı ince yağmur tanelerinin arasına nehire doğru..

17 Ocak 2009 Cumartesi

25. Yıl

25. yaş günüme dair söylemek istediğm tonlarca şey var elbette...fakat ah bu müzik...ah bu sözler..saatlerdir içirip söylüyor..söyletiyor..düşündürüyor..ağlatıyor..güldürüyor..

16 Ocak 2009 Cuma

Unutulmaz Tanıklıklar (1999)


Hayatta tadı damakta kalan zamanlar yaşamayı değerli kılan vakitlerdne olur hep. Stardust filminde Yvaine'in dediği gibi aslında; "you know when i said i knew little about love? that wasn't true. i know a lot about love. i've seen it, centuries and centuries of it, and it was the only thing that made watching your world bearable. all those wars. pain, lies, hate... it made me want to turn away and never look down again. but when i see the way that mankind loves... you could search to the furthest reaches of the universe and never find anything more beautiful..." Çoğu zaman bok gibi geçen hayat sadece bir hissin tadı ile, o bokluğu on yıl yirmi yıl daha çekebilecek gücü verebilir insana.."Belki yeniden yaşayabilirim" umudu gibi. %99 ölecek dese de doktorlar bir hasta için, seven yakınları %1 e inanmaya devam ederler. hayatta bazı olaylara tanıklık edebilmek de bu sınıfa ucundan kenarından adapte olabilir. Back to the future filmlerini, gösterime girdiği vakitler sinemada izleyebilmek, yaşayan en yüce şarkıcı Sezen Aksu ile aynı dönemde yaşayıp onu en az bir defa canlı görebilmek gibi örnekler verilebilir. Bazen düşünüyorum da, bundan yıllar sonra çocuklarım veya torunlarım Sezen Aksu'yu öğrendiklerinde, eğer hiç konserine gidememişsem sanki" inanamıyorum, aynı dönemde yaşadın ve hiç konserine gidemedin ha" diye azarlanacakmışım gibi hissediyorum. Neyse efenim giriş paragrafını fazla uzatmayayım. Hayatta "unutulmaz tanıklıklar" mertebesine yükselmiş tanıklıklarımdan birini yazacağım. diğerleri de başka yazılarda kendine yer bulabilecektir zamanla.

1999 yılının 5 haziran günüydü. Kuzey yarımkürede yaz heyecanı başlıyordu ve insanların dilinde 6 ay sonra 2000 yılı ile birlikte tüm bilgisayar sistemlerinin çökeceği, dünyayı sonsuz bir kasoun etraflıca saracağı endişesi vardı. Efendisiz'in gerçekleştirerek sözlük lugatına katacağı millenium fuck hadisesine yaklaşık altı ay vardı. Öte yandan ergenliğin ilk demlerini yaşayarak 15 yaşın sivilceli suratıyla başetmeye çalışan şahsım da tenis dünyasına derin merak içerisindeydi. Martina Hingis'in şampayayla, şampiyonluğunu kutladığı zamandan beri, televizyonlarda yayınlanan turnuvaları büyük merak ve heeycanla takip etmekteydim. İlk başlarda kendisinin karşı konulmaz güzelliği sayesinde ilgim uyansa da zamanla, izlemesi de inanılmaz zevkli bir spor olmuştu tenis. Tabi ki bu sporu sevdiren Martina hingis açık ara favorimdi her daim. Dönemin en büyük yıldızı olarak o sene önüne geleni süpürmeye başlamış, karşısına çıkıp 3 dakika dayanabilecek rakibe paralar dağıtacağız diye sıkıyordu Grand slam organizatörleri(Spider Man ve The Blind bandit'i saygıyla anıyoruz). Avustralya Açık'tan sonra, Fransa'nın topraklı ve kavurgan zemininde finale gelmişti güzeller güzeli. Karşısında bu kez bir efsane duruyordu, Tarkan'ın kuzu kuzu dansını yaparak tozlarını etrafta uçuşturacağı toprak zeminde. Steffi Graf, kariyerinin son demlerine gelmiş efsaneydi. Gücünü tartışmaya açabilmek anlamsızdı. Bu sezon da zirve yapıp, galapagos adalarındaki yazlık evinde farklı kokteyller denemek niyetindeydi.


Maç öncesi merkez kort tribünlerini doldurmuş ve kabalığı yıllar içerisinde dillere destan olacak öküz tenis seyircisi olarak da anılan fransızlar ile ekranları başındaki milyonlar, tarihin en unutulmaz Grand Slam finallerinden birine tnaık olackalarının farkında değildiler henüz.

Maç öncesi şanslar ortaya konarken, hiç kimse şu daha çok favori kağıt üzerinde diyemiyordu. Hakemin ilk sözleriyle büyük finalin ilk seti başlamıştı. Martina hingis'in annesi de her zamanki gibi tribünde kıvırcık saçlarından nasıl kurtulabileceğini düşünerek maçı seyrediyordu. Maça fırtına gibi giren martina, ilk iki sete bir ervis kırarak skoru 2-0 a taşıyordu bile. tribünlerde "Graf da karşısında duramazsa Martina'yı kim durduracak" dedikoduları dolaşıyordu. nihayet Graf skoru 2-1 e getiriyor ve sonraki iki set de tenisçilere bölüştürülüyordu. 3-2 den sonra, Martina hingis oyunun kontrolünü elegeçiriyor, Steffi'nin bu maçta çokça yediği üzere öne her çıkışında attığı milimetrik loblar ile skoru 5-2 ye kadar getiriyordu. Evde, "Martina sen bizim her şeyimizsin" tezahüratları ile, çok zor gibi görünen finalin kolaylaşmasını kutluyordum çılgınca. Fakat rakibin başlı başına bir efsane, Steffi Graf, olduğunu unutmuştuk. Graf bir anda skoru 5-4 e getirince yeniden kalbimiz sıkışmaya başlamıştı. her şeye rağmen Hingis, sonraki oyunu kazanarak 6-4 ile kenardaki paris belediyesi yazılı bankına giderken setlerde 1-0 öne geçiyordu.. Merkez Korttan Sabri Ugan "Şimdi onlar düşünsün" diye çılgınca destekliyordu Martina'yı ve "bu çok büyük bir zafer ama ne olur silahlara sarılmayalım ne olur sevincimiz başkalarının üzüntüsüne dönüşmesin" diye seyircileri uyarıyordu.

İki taraf da muzlarını yiyip ikinci sete başlamak üzere kızgın kumlara geldiğinde, güneş tepedeydi. Steffi'nin eğer iyi başlayamazsa Martina' karşısında tutunması imkansız görünüyordu. Zirvede bırakmak için iki seti de, son yılların en büyük yeteneğinden alması gerekiyordu. Hingis, ilk setin müthiş moraliyle ikinci sete de fırtına gibi girmişti. Yine 2-0...Artık herkes Roland Garros 1999 kupasının Martina'ya gideceğini düşünmeye başlamıştı..Ta ki hemen bir sonraki oyunda olacaklara kadar.....

Artık evde "pınarbaşı burma burma" şarkıalrını söyleyip tepinmeye başlamışken bir anda beni ve milyonlarca Hingis hayranını dehşete düşürecek bir vuku meydana gelecekti. Martina servis attığı oyunda bir topun, çizginin dışına düştüğü kararı veren kör hakeme haklı isyanı ile finale başka bir tad katacaktı..1966 dünya kupasındaki gol gibi ebediyyen karar verilemeyecke bu top sonrası hakem "dışarıda" kararı vermiş, hingis pozisyona itiraz edince, rahat koltuğundan inip ilgili noktayı kontrol etmiş ve kararından dönmemişti. Martina, duruma inanamıyordu..Kabak gibi içerdeydi top.. En sonunda hakeme "gözüne gözlük ulan ibne" diyerek steffinin alanına geçerek topun düştüğü noktayı kör göze parmak şeklinde âma hakeme gösterir.. Bu esnada, fransız seyircisi, "bir tenis izleyici nasıl olmamalı?" sorusunu cevaplarcasına kabalaşıyor, hayvani içgüdülerini ortaya sererek Hingis'e hönkürüyordu. Steffi Steffi diye tezahürat başlamıştı. Tenis maçı için alışılmadık ve son derece kaba olan tutumdu bu. Televizyondan Paris'e gidip, Steffi diye bağıran her öküz seyircinin yüzünde kalıcı hasar bırakma isteği doğmuştu benim de içime.. Ardından gelen hakemlerle de karar değişmeyince, Martine gençliğinin azmine ve duygularına yenik düşecekti..Siniri artıyor, tribünlerdeki desteği de tamamen kaybolmuştu. Artık iyice zıvanadan çıkan seyirciler, futbol maşındaymış gibi tezahüratlarının yanına martina nın kaybettiği her sayıyı elleri patlarcasına alkışlıyordu. Kameralara yansıyan Hingi görüntülerinden tam ama tam anlamıyla "dokunsalar ağlayacak" izlenimi vardı. "Sen üzülme canım incinme, ben ağlarım ikimizin yerine" şarkısını o esnada radyolarda istek şarkı olarka çaldırmak üzere, tüm hingis hayranları radyo telefonlarını kilitlemişti.

Olgunluğu ve tecrübesinin getirdiği soğukkanlılığı ortaya koyan Graf, maçı buradna çevirebileceğine inanmış gibiydi artık fakat, Martina'nın 2-0 lık üstünlüğünün ardından gelen iki oyun, iki tenisçi tarafından bölüşülmüştü yine. 3-1 öndeydi Martina. Buna rağmen, annesi haricinde tribündeki herkes kendisini her fırsatta yuhluyor, final maçının büyüklüğünün de ağırlığı omuzlarını çökertmeye başlıyordu. graf, sonraki iki oyunu alarak skoru 3-3 e getirdiğinde boğazımdaki derin yutkunmayı dün gibi hatırlarım. Artı kkesinlikle kilit oyunlardı, eğer martina bu seti alamazsa üçüncü sette moral olarka çökeceği açığa çıkmaya başlamıştı. Kesinlikle şimdi toparlanıp, bu seti alarak Roland Garros u evine götürmesi gerkeliydi. İşte Graf, belki de tam o anda, hepimizi çökertici usta vuruşunu yapmıştı. Oyunlarda durum 3-3 tü, martinanın fileye yaklaştığı bir pozisyonda harika bir paralel vuruş ile sayıyı alan Graf, seyirci tarafından öküz gibi alkışlanırken, Martina raketiyle fileye yaslanıp, önce aşını öne eğiyor, belki kıyamadığımız bir iki damla gözyaşını döküyor, sonrasında başını kaldırıp etrafında sadece zorunluluktan yapılan gülümsemelerinden birini yolluyordu. Ve olan olmuştu..Steffi ilk kez bir sette öne geçmişti Hingis karşısında..4-3. Artık evdeki durumum da sessizliğe doğru gitmişti. Graf'ın maçı alacağı olasılığı çok kuvvetli biçimde belirmişti. hingis ağlamak üzereydi. Biz de evde ağlamak üzereydik tabi... Ne olduysa, sonraki oyunda Graf inanılmaz bir basit hata ile topu fileye takmış ve bizleri hala Allah'ın varlığına inandıran ilahi adalet sonucu Hingis durumu 4-4 e getirmişti. Buna rağmen Martina2nın sinirleri allak bullaktı. bunda ne Steffi'nin güzel oyunu(ki ilk sette bu güzle oyunu ezip geçmişti Hingis) ne de hakemin körlemesine verdiği kararı etkiliydi. Seyircinin Hingis'in her bokunu yuhlaması etkiliydi. Sonra dallama fransızlar deyince alınan bu seyircinin kabalığı sonraki senlerde de bir kaç kez tartışmalara yol açmıştı. özellikle Sharapova'nın bir maçta seyirciye çok kızdığını görmüştük. Tenis geleneğine tamamen aykırı davranıyordu kudurmuş seyirci. Bu ezici baskı, martina'nın genç yaşıyla da birleşince Steffi sonraki iki younu alarak ikinci seti kazanıp, setlerde skoru 1-1 e taşıyordu..

hingis ve annesini her gördüğümüzde bizim de kalbimizde kalıcı hasarlar yaratan kırıklıklar oluşuyordu. Set arasında, artık Martina oyundan kopmuştur ve kendini dağa taşa vuracaktır fırsatı olsa. bir çiftlik evinde Heidi olarak yaşamayı hayal ediyordu kortta çöküp kaldığında. Doğal olarak üçüncü set, Graf'ın ezici üstünlüğüyle geçer. milyonların gözü önünde son yılların en büyük yeteneğini harcayan fransız seyircisi ise mutludur...Hingis, üçüncü sette sinirlenip el altı servis attığında, iyice moralli olan steffi'nin bunu bile çevirip topu oyunda tutmasıyla iyice şevke gelir seyirci..Son olarak da Steffi maç puanını kaznadığında hingis profesyonelce maçı bitirene kadar tuttuğu gözyaşlarına daha fazla ket vurmaz ve soyunma odasına gider gözünde yaşlarla. İzmir'in expo macerası gibi, oyunun başlarında sevinen bizler de oyun sonunda gözyaşlarına boğuluruz evde Hingis ile birlikte. Annesinin iknası ile seremoni için korta dönen hingis'i Riyakar, öküz, kesinlikle tenis in dışında tutulması gereken seyirci alkışlar. Çünkü artık oyunu Steffi kazanmıştır. Kendileri çok büyük bir şey başarmış gibi de gurulu dururlar 18 yaşındaki, son dönemin en büyük yeteneğini harcarken....

Bu maç sonrası, belki bilgisayarlar 2000 kaosuna girmedi ama Hingis acımasız seyirci ile birlikte o gün harcandı. Bir daha asla eski başarılı günlerine dönemeyecekti. Neticesinde de tenise ara vererek, belki de efsane olabilecekken bu spordan kopuyordu....

İşte, ilk paragrafta bahsettiğim unutulmaz tanıklıklarımdan biriydi o maç.. yıllar yıllar geçse de tenis deyince "hele o 99 roland garros finali" denilince herkesin evet "unutulmazdı" diyeceği mertebedeydi..Ben de bu efsaneye canlı canlı ve heyecan ile taraf tutarak tanık olduğum için çok mutluyum şahsen..

14 Ocak 2009 Çarşamba

Say Something

Sinema'nın sanat dalı olup olmadığı konusu çeşitli underground paris cafelerinde konuşuladursun, çoğu zaman normal hayatta bir vaka ile karşılaştığımda uzun uzadıya anlatmaktansa, o konuya dair aklıma gelen filmden referans kullanarak tanımlamaya çalışırım. Bazen öyle anlar olur ki ikili bir sohbet esnasında, on dakika konuşup anlatılacak ya da tanımlanıp teşhisi konulabilecek bir mevzuyu, tek satırlık bir film ya da nadiren dizi replikleri karşılayailirler. Elbette bu tek replikte olayı aşıp bitirmiş olduğundan değil yazar kişinin, çoğu zaman iki kişi de filmi izlediyse o repliğin söylenmesine neden olan önkoşullardır tek satırı anlamlı kılan. İşte bu gece biraz bu tek satırlık repliklerden bahsedeceğim. Çoğu zaman benim de referans olarak kullandığım ya da pek beğenip, How I Met Your Mother'ın "Bla Bla" isimli hatun kişinin geldiği bölümünde Lilly ve Marshall'ın tanışma hikayelerini anlatmalarının akabindeki "oowww" tepkisini verdiğim replikler oluyor kendileri. Başlayalım; uyarayım spoiler içerikli bir yazı olacaktır.

I Know Exactly What you Mean: En çok kullandığım repliklerdne biri bu, yukarıda tanımlamaya çalıştığım durum uydurgaçı(bu ne lan) olarak. Matrix'te Neo'ya hapları sunmadan önce Morpheus'un telaffuz ettiği bir repliktir kendisi.

Morpheus: Do you believe in fate Neo?
Neo: No.
Morpheus: Why not?
Neo: Because I don't like the idea that I'm not in control of my life.
Morpheus: I Know "exactly" what you mean.

Bu sahnede asıl vurgu, her şey o "exactly" kelimesinde bitiyor aslında. "Ne demek istediğini anlıyorum" çok sıradan gibi durabilir lakin o kelime ve Morpheus'un yaptığı kusursuz vurgu işte bu cümleyi tam anlamına taşıyor. Gerçekten morpheus un, Neo'nun neden bahsettiğini bildiğini ortaya koyuyor. Sıradan bir "anlıyorum" sözü ile arasındaki dağlar kadar fark gözle görülür elle tutulur biçimde ortada.

Say Something: bu replik de sıkça referans olarak kullandığım repliklerden. three to Tango isimli filmden. Filmde Neve Campbell, Matthew Perry ile ilgili gerçekleri öğrendiğinde, restorandaki masasından kalkıp tek kelime etmeden dışarıya çıkıyor. Kızıp kızmadığını, o anki duruma karşı olan hislerinin derecesini belli edecek tek bir söz etmiyor. Daha doğrusu tek bir söz bile etmiyor. Peşindne koşan Matthew Perry ne düşündüğünü öğrenmek istiyor..Ortamda keskin bıçak sessizliği var. İşte Matthew Perry tam da o anda "say something" diyor. İyi, kötü alakalı, alakasız...Yeter ki bir söz duymak..Karşıdakinin tepki beklenen bir olayda, tamamen ketumlaşmasının getirdiği belirsizliği bence mükemmel biçimde ortaya koyuyor..

Ödediniz bile: Bu da Yalancı Yarim isimli filmimizden. bu replik "oowww" sınıfındaki repliklere giriyor. Kısaca hatırlatmak için bir kaç şey söyleyeyim öncelikle. filmde Emel Sayın(Alev), pazarcı babası Derviş Başak(Minur Özkul) ile yaşamaktadır ve mahallenin zengini ferit(Tark Akan) e içten içe yanıktır. Ferit, abisinin(Metin Akpınar) geldiğini görünce sahte nişanlı olarak Alev'i kendisiyle tanıştırmaya karar verir. Neyse bir kaç görüşmenin ardından Alev bu rolü oynamayı kabul eder. Nitekim Ferit'in abisi Mahmut(Metin Akpınar) ve eşi, Alev ve Ferit ile yemeğe çıkarlar. Uydurulan hikayede Alev, ülkenin ünlü fabrikatörlerinden Derviş Başak beyin kızıdır. Tipik bir isim benzerliği. Yemeğin sonunda, Alev'i bırakmak için mecburen Derviş Başak(Hulusi Kentmen) Bey'in evine gidilir, zar zor çaktırmadan atlatılır o durum ve Alev eve camdan girmek zorunda kalır. Akabinde Ferit oğlumuz kendisini oradan alıp evine götürür. Tam da evinin önünde, Alev arabadan inerken şu konuşma geçer;

Ferit : bu yaptıklarınızı nasıl ödeyecegim bilmiyorum
yanagına öpücük kondurur...
Alev: ödediniz bile...

Budur! Daha ötesi yok...


Hee İçinde İçinde: G.O.R.A.'nın en sevdiğim repliği. Filmde, Arif Gora'dan kaçmanın yollarını ararken Özkan uğur'un hayat verdiği Garavel karakteri, ikide bir karşısına çıkmaktadır. İşte bu çıkışların birinde;

Garavel: Umudunu kaybetme Arif. Aradığın güç içinde.
Arif: Hee içinde içinde!!

Bu replik her yere uyan şahane bir araç. Zamazingo gibi bir kelime. Arkadaşınız bir önerme yaptı ve bu önermenin doğruluk payının çok düşük olduğuna mı inanıyorsunuz? İşte "hee içinde içinde" repliği tam da oranın cevabı..Bir ara her yerde kullanır olmuştum kendisini..

Just to see if you would: Bu repliği sevmemin tek nedeni, Jack Shephard'ın söyleyiş biçimi. Lost'un ikinci sezon üçüncü bölümünde Desmond ile 108 dakikada bir girilecek kod üzerine tartışan Jack, şüphelerini dile getirir;

Jack: Did you ever think that maybe they put you down here to push a button in every 108 minutes, just to see if you would?
bıradı: Every single day!

Sadece Jack in just to see if yould derken incelen sesini pek seviyorum.:)

13 Ocak 2009 Salı

Miroğlu Kanunları

Sevgili okuyucum nasılsınız, iyi misiniz? Beni soracak olursanız, son bir kaç gündür kafam fena bozuk. Neyse konu bu değil. Ben liseye giderken, Kurtlar Vadisi'nin habercisi olan Deli Yürek isimli dizi memlekette ortalığı kasıp kavuruyordu. Hatırlayanlarınız mutlaka olacaktır. Hatta hatırlamayanlarınıza şaşıracaktır bunlar. İşte Kenan İmirzalıoğlu'nu bir anda zirveye taşıyan bu dizinin baş karakteri Yusuf Miroğlu bir bölümde Miroğlu Kanunları şeklinde yanındakilere uyacakları temel kurallar koymuştu. Haydaaaa rinaa rinn nari narinaaaa. ("Başkadır Başka" şarkısı fena halde güzeldir orası ayrı.) Efenim şu sıra koydugum artistik profil fotoğrafımı da çekerken, msn veya profil resmine dair miroğlu kanunları uygulandı.

Şimdi aziz okuyucum, gecen gün elime fotograf makinamı almış oturup kurcalamaktayken, "ulan benim de artistik fotoğrafım olsun, proflime koymalık" dedim. Tabi "Bir profil fotoğrafı nasıl olmalı" sorusu da hemen peşinden kendini gösterdi. Facebook olsun, msn olsun, blogger olsun o anki profil sayfalarını veya görüntü resimlerini dolaştık arkadaşım ile. Ağırlıklı olan trende uygun, profil veya msn fotoğrafı için miroğlu yasalarını ortaya koyduk. Bir çok genç kızımız, cıvıl cıvıl oğlanlarımız webcam ile çektikleri fotoğrafı koymak zorunda kalıyorlar görüntü resimlerine. hayatınızın en güzel yıllarını ziya etmeyin evladım. Benim de şimdi profilime koyduğum fotoğrafı çekmeye çalışırken uzun zamandır eğlenmediğim kadar eğlendik. Poz verme veya fotojenik olma konusunda doğal bir öküz olduğumdan elbette. Neyse efenim;

Profil veya msn fotoğrafı oluşturma Yusuf Miroğlu Kanunları;

1-) Bir kere en olmazsa olmaz profilden alınan fotoğraftır. İnceleme aşamasında gördüğüm neredeyse her profil fotoğrafında yan çekim söz konusu. Burada önemli nokta sadece yandan çekim değil, mutlaka başka bir şeyle ilgili olma gerekliliğidir. Yurdumun gençlerinin profil fotoğraflarına değer katan şey budur. Efenim ister gözler başka yere baksın, ister bir kitabınız olsun, başka bir edavatınız olsun sanki fotoğraf ile ilgilenmiyormuş da o zımbırtı ile ilgileniyormuş gibi yapabilendir iyi profil fotoğrafı olan genç.

2-)Yüzün bir kısmının görünmemesi: Efenim ilk maddeyi uyguladınız fakat kadraja yüzünüzün tamamı giriyorsa ı ıh maalesef yine olmamış. Yurdum erkekleri yüzü tamamı görünen hatunlara anlık soğukluk duyarken, hatunlarımız ise "kıro maganda" gibi sıfatlar yapıştırarak erkeklerimizi yaftalamaktadırlar. Bu yüzden yüzün bir kısmı saklanacak. Bu saklama ister kadraja sığmama şeklinde olur ya da ters ışık vurdurarak yüzün bir kısmını saklama olur, ya da fotoşopta oynayarak çeşitli efektler ile yine yüzün bir kısmını saklamak şeklinde olur. Olur da olur. ya da kadraja yüzün çok az kısmının girmesiyle de olur. Bu yöntemlerdne biriyle yüzünüzün bir kısmını saklayabildiyseniz tebrikler. İyi bir profil fotoğrafına doğru adımadım ilerlemektesiniz. :)

3-)Siyah-Beyaz: İşte kilit nokta burası aslında efenim. İlk iki maddeyi ne kadar başarıyla uygularsanız uygulayın, sizi diğer profil fotoğraflarından ayıran şey siyah beyazlıktır. Çok güzel profilden poz verip başka şeyle ilgileniyor gibi yapmış olsanız, yüzünüzün bir kısmını ne kadar başarıyla gizlerseniz gizleyin, eğer fotoğraf renkliyse büyük eksi. Tez vakitte fotoşopta siyah beyaz yapın onu. O kadar emeğinizi bir hiç uğruna yakmayın, sevgili genç erkek ve hatunlarımız. Profil fotoğrafında renklilik, "There's something about marry" niteliğindeyken, siyah beyazlık "burn after reading" niteliğindedir. Olaya Coen kardeşler etkisi dediğim etkiyi yapar. Hatun kişi iseniz, bütün erkekler fotoğrafınız görünce çarpılır kekeler, erkek iseniz, bütün hatunlar size webcam açar. Evet.

Hayda Rinnaaa rinn narina rinanaaa

4-) Entelektüel Görünüm: Efenim ilk üç maddenin yanısıra uygulanmak durumunda olan kurallardan biri de budur. çeşitli yan ürünlerle veya giydiğiniz kıyafetler ile, "ben aklı bir karış havada boş beleşe insan değilim" mesajını vermeniz gerekiyor. Kıyafetiniz veya gözlük, saat gibi yan ürünleriniz "Dolu doluyum ben" imajını yansıtmalı. Bakınız Bedazzled'ta Brendan Fraser, yazar olduğunda nasıl giyinmişti. Sevgili erkekler işte bu havayı vermeniz lazım, yan ürünler ve kıyafetinizle. "Canım istese bir haftada on kitap yazarım" demeli gömleğiniz. Sevgili kadınlar, "Sergi benim işim" demeli görüntünüz. "Her gün o galeri senin bu galeri benim inceliyorum ve sanatın güzelliği karşısında dillerim tutuluyor, damağımdan çöl kuraklıkları kum fırtınaları koparıyor" demeli. "Fransız ekspresyonizmini biliyorum ben" mesajını vermeli. bu nedenle kıyafetler ve yan ürünler çok önemli. Yaaa ne sandınız.

Neyse efenim, kuralları çıkarırken olsun, o kuraları uygulamaya çalıştığımız çekim aşamasında olsun tabiri caizse yerlere yattım gülmekten. Oldukça zor bir dönemden geçmekteyken eğlenceli bir süre zarfı oldu..Neyse, işte bu fotoğraf, yusuf miroğlu profil fotoğrafı kanunlarının doğal sonucudur. Bakın da ibret alın sevgili okuyucu. Herkese sevgiler efenim. eğlenceli günler dileğiyle :)

12 Ocak 2009 Pazartesi

11 Ocak 2009 Pazar

Pazar Şarkısı


Sevdiğim Ufak tefek Şeyler #4

* Zaman zaman bir sosyal ortamda, o ortamdaki insanlara göre "küçük düşürücü" olacak bir durumun, o an orada bulunan bir arkadaşımın başına gelmek üzere olduğunu farkettiğimde mevzubahis küçük düşürücülüğü üstlenip, uygun cümlelerle değersizleştirmek ve az sonra o durum oluştuğunda, ilgili arkadaşın bundan utanç duymamasını sağlayabilecek anlık ortamı oluşturmak. akabinde, sadece gözler ile yapılan "teşekkür ederim", "sorun değil" diyaloğu..

* "Zımbırtı" ve "zamazingo" gibi joker kelimeler.

* Pek soğuk olmayan bir havada, iri taneli kar yağarken, Ezginin günlüğü'nden Leyla ve Louis Armstrong'dan What A Wonderful World dinlemek ve beraberinde kırmızı buzbağ yudumlamak.

* Bendeniz hanım kızımızın "demedim mi" isimli şarkısında, enstrümanların şiddetini kesip, Bendeniz'in "Günah..alnıma yazılmış, boynuma sarılmış, işli zalim karadantel..." sözlerini icra ettiği an ve bu sözler..

* Nescafe içmek zorunda kaldığım vakitler, kırmızı nescafe fincanında içmek.

* Uyumadan önce kafamda çeşitli sistemleri iyice detaylandırarak tasarlamaya çalışmak.

imza: çok karışık duygular içerisinde olan biri :)

10 Ocak 2009 Cumartesi

Nuran Devres U.S.A. Edition


Sevgili okuyucu, şu sıralar başka işlerle uğraşmam gerekirken, damages dizisine kaptırmış durumdayım. takip ettiğim diziler de tatilde iken, lost başlayana kadar, aslında dördüncü sezonu tekrar etme niyetindeydim lakin gecen gün, severek takip ettiğim dizigunluklerinde hiddetle tavsiye edildiğini gördükten sonra, indirdim ve ilk bölümden şuan izlemek üzere olduğum sekizinci bölüme kadar ağızım karış karış açık kalmış vaziyette. Uzun süredir böyle bir kurgu çıkmamıştı..Glenn Close ise divalaşmış dizide. Sanırım haftasonumu normal akışa catching up için(öperim, britanyanın köpeğiyim diyecektim ama catch up deyince aklıma pulp fictiondaki ketçap hikayesi geldi. Aslında bu parantez için özel olarak kulandım, yani öyle yanlışlıkla kullandım intibası vermeye çalışıyorum ama değil. Pulp fiction referansı verebilmek için. kşdlfkldsfkla) harcayacagım. İlk iki sezonki Lost un tırnak yedirten kurgusu, nuran devres in bile işin içinden çıkamaycağı ultimate kara melek entrikaları baş döndürücü. Kesinlikle tavsiye ederim ben de. dizigünlüklerine de bloguna koyarak bulunduğu öneriler için ayrıca teşekkür etmek isterim.

Öte yandan ikinci sezonunu henüz izlememiş olduğum mad men i de başka bir boşluk vaktinde indirip izlemek niyetindeyim. Altın küredeki performansı, bu vakti yaratmakta kolaylık sağlayabilir yeniden. Yeniden Mad Men'e gider mi ödül bilemem ama tek ciddi rakibi dexter gibi dururken bence gitmeli..Neyse efenim ağzım açık bir şekilde izlemeye dönüyorum ben.

9 Ocak 2009 Cuma

Saçtaki huzur, mutluluk budur!


Evet efenim pek mutluyum. Sonunda küçük gibi görünen lakin fena huzursuzluk veren problemimi çözdüm. Bir berber beğenebildim kendime koca İstanbul'da. Bugün de saçlarımı kestirdim. Harika kesti harika!! Tam istediğim uzunlukta olduğunu görünce nasıl rahatladım anlatamam. Huzur fışkırdı gün boyu dört bir yanımdan.

Yukarıda linkini verdiğim yazıyı bir ay önce yazmışım. Riske girmek istemediğimden tam aradığım şeyi bulana kadar saçlarımın daha da uzamasına, fena da huzursuzluk duyarak katlandım. Babacan berber amca ile birbirimizi pek sevdik. Bundan sonra saçlarımı kestirmek için Edirne'ye gitmeme gerek yok. Ehorey!!

6 Ocak 2009 Salı

Bölgesel Kültür Merkezi

Zaman zaman, özellikle gece uyumak için yatağa uzandığım vakitler bir çok insan gibi, oldukça çeşit alana yayılmış düşünceler cirit atar kafamda da benim. Bölgesel kültür merkezi düşüncesi de dört beş yıl önce yine uykuya dalmadan önce kafama takılan bir olaydı. Türkiye’deki tüm büyük şehirlerde devlet destekli olan ve “devlet tiyatrosu” ya da belediye destekli “şehir tiyatrosu” şeklinde adlandırılan yapılar vardır. Edirne gibi, nispeten küçük bir yerde doğup büyüdüğüm için bu tarz kurumların Edirne’de olmamasının nedenini düşünürken olabilme ihtimalini araştırmaya kalktığım ertesi günlerde kafama düştü.

Zaman zaman, Marika ile bu konuyu iyice detaylandırarak planladığımız geceler oldu. Bu tür devlet tiyatrosu veya şehir tiyatrosu gibi kurumların nispeten küçük şehirlerde bulunmamasının en öncelikli nedeni olarak izleyici kesimin azlığı öne çıkıyor. Şöyle diyebiliriz ki bir sezonda tiyatroya gidebilen seyirci sayısı nüfusa oranlı olarak hesaplanır genelde. Elbette ki ekonomik duruma da. Bir küçük şehir gerekli döngüyü sağlamakta yetersiz kalır. Bu talep ve arz dengesizliğini ortalamaya çekmek için, kurumu yakın şehirlerle de birleştirmek atılabilecek en rasyonel adımdır.

Örnekleyerek biraz daha detaylandıracağım. Örneğimde bu düşünceyi kafama yerleştiren şehir olan Edirne ve bölgesel olarak da Trakya’yı ele alacağım. Türkiye’nin en gelişmiş bölgelerinden biri olarka gösterilen bu bölgenin maalesef düzenli bir kültür sağlayıcı kurumu yok. Yani her haftasonu tiyatroların oynadığı, bazı günler o kültür merkezinin organize ettiği çeşitli müzik dallarından dinletilerin düzenlenebileceği, yılda birkaç serginin gerçekleşebileceği.. Ben lisede okurken yılda beş altı tiyatro oyunu anca gelirdi. Biz de büyük şevkle izlemeye koşardık elbette. Neyse efenim konuyu dağıtmayayım, bu tür bir kurum sadece Edirne’de sınırlı kaldığında oluşabilecek arz talep dengesizliğinden ötürü, ilk yıllar için bölgenin önemli yerleşim merkezleri olan, Çorlu, Kırklareli, Tekirdağ, Keşan ve Lüleburgaz’da da oyunlarını veya konserlerini veya sergilerini ortaya koyabilecek genişliği olmalı. Bu sayede üçüncü haftasında artık izleyicinin gelmeyeceği oyunların önüne geçilmiş ve pragmatist biçimde değerlendirilmiş olur.

İlk yıllar için sezon başına 6 yeni oyunun olabileceği bir düzen planladım. Tabi öncelikle kendi iç düzeni ve imajını belirleyebilecek çizgileri olması gerekliliğini. Örneğin, büyükşehirde herhangi bir izleyiciye Shakespear oyunu izleyelim dediğinizde size küçümserce bakar, ama bu tür küçük şehirlerde insanlar Shakespear’e alışık olmadığı ve daha doğrusu kendilerini öğrenmek için çabalamanın gerkesizliğini düşündüğü, hiçbir oyununu izlemediği yerlerde o isim önemli bir çıkış noktası olackatır. Belirlemek istediğim çizgilerdne biri bu aslında tiyatro alanında. En temel ve klasik tiyatrodan başlanmalı. Elbette tüm sezon klasik tiyatroya boğmak gereksiz. Benim planım 6 oyunun ikisinin klasik eserler olması gerekliliği. Nedenlerini de açıklayabildiğimi umut ediyorum.

Sezonun oyun akışını planlarken, oyuncu ve teknik eleman sayısını ilk yıllar için ve halka tiyatroya gidip izleme alışkanlığı kaznadırmak, hatta herhaftasonu yeni oyun geldiğinde görme isteği uyanabilecke farkındalığı benimsetene dek, imkanların kısıtlılığını maliyet hesabı yaparken göz önünde bulundurmak gerek. “Evet böyle olması gerek” diyip hiçbir maliyet hesabı yapmadan devleti veya herhangi bir kurumu eleştirerek işin içinden çıkmayı fazlaca hayalci bulurum her zaman. Bu yüzden herhangi bir şey hayal ederken mümkün mertebe o hayaldeki realizmi yakalayabilmek adına her ayrıntıyı planlamaya çalışırım. Neyse efenim konuya geri dönersek, demek istediğim ilk dört-beş yıllık süreç için oyuncu sayısı kısıtlı olmak zorunda. Bu nedenle aynı anda iki farklı yerleşim yerinde oyun oynanabilecke şekilde de dağıtılmalı roller. Aynı anda üç farklı yerleşim yeri biraz hayalcilik olur ilk yıllar için. Elbette ki aynı anda oynayabilme yetisinin olduğu oyunları da, bölgenin en önemli iki yerleşim yerinde, haftasonu kullanmak üzere ayırmak zorunluluğu var. Peki neden? Trakya için ele alırsak eğer Edirne ve Çorlu gibi bölgenin önde gelen yerleşim yerinde haftasonu tiyatro salonunuzu kapalı tutarsanız, izleyiciye bir paragraf yukarıda bahsettiğim farkındalık ve isteği aşılama düşünceniz tahmininizden çok daha uzun yıllar alır. O yerleşim yerlerinde de haftasonu kullanıldığından ötürü diğer günlere de oyun koyarsanız bu kez fazla arzda bulunmuş olursunuz. İlk bölümlerde bahsettiğim konulardan ötürü.

İkinci sezonu baz alarak oyun scheduleımızı(öyle strong bir presence ki anlatamam oluşturmaya çalışalım. İlk yıldan elimizde olan altı oyun var, ikinci sezona, premier zamanlarını yaymamız gereken de 6 yeni oyunumuz var ve Edirne ile Çorlu iki önemli yerleşim yeri olmak üzere, oyunlarımızı sergilememiz gereken, Kırklareli, Tekirdağ, Keşan ve Lüleburgaz dan oluşan 6 yerleşim birimimiz var. Elimizdeki 20 oyuncunun da bu 12 oyunda dağıldığını düşünelim. Burada aynı anda üç farklı oyun oynayabilme şansımız doğabilir, doğru yere doğru oyuncuları koyarsak. Fakat aynı anda üç oyun sistemi hep aynı üç oyun için geçerli olacaktır. Oyunlarımıza yeni başlayacak olanlar A,B,C,D,E,F ve ikinci sezonuna geçecekler de G,H,I,J,K ve L şeklinde isimler verelim(Sıralama premier tarihlerine göre olsun, yani gecen sezon G’nin premieri H’tan önce, H’ın premieri de I’dan önce yapılmış). A ve G, sezonları açtığımız Shakespeare oyunları olsunlar. Ekimde başlayıp Mayıs sonunda bitecek sezonumuzda ise 36 hafta var. Aynı anda oynanabilecek üç spesifik oyunumuz ise H,K ve D olsun. Başlayalım;

1.Hafta
Edirne ve Çorlu da sezon premieri yapılan iki yeni oyun olmak durumunda. Shakespear oyunu olan A Edirne’de B ise Çorlu’da sezonu açsınlar ilk haftasonu. İlk haftasonu diğer dört yer boş geçiyor. Bu dört yerden ikisini haftaiçi doldurmamız gerekiyor fakat yeni oyunlar olan A ve B dört hafta boyunca iki önemli yerde dolaşacağı için dolu olackalar. Onlara dört haftadan önce dokunamayız. Bu nedenle geçen yılın oyunlarını alıyoruz. İlk hafta ikinci derecedeki yerleşim birimlerinden ikisini alıyoruz. Salı ve Çarşamba olsun bu günler. Şimdilik Keşan ve Kırklareli’yi alalım. İlk haftanın Salı ve Çarşamba günleri bu iki yerleşim biriminde ise K ve L oynasın. Biri Keşan’da diğeri de Kırklareli’de. Lüleburgaz ve Tekirdağ ise ilk haftayı boş geçiyorlar.

2.Hafta
Edirne ve Çorlu’da yani birinci derecedeki yerleşim birimlerinde bir değişiklik yok. Geçen hafta premier yapmış oyunlar ikinci haftalarına geçiyorlar. Haftaiçi ise ilk haftayı boş geçen iki yerleşim birimi olan Lüleburgaz ve Tekirdağ da K ve L oyunları sahne alıyorlar. İlk haftayı dolu geçen Keşan ve Kırklareli bu haftayı boş geçiyorlar.

3.Hafta
Edirne ve Çorlu’da premier yapmış oyunlar yer değiştiriyorlar. Yani A Çorlu’da, B ise Edirne’de oynuyor haftasonu. Haftaiçi ise K ve L ile devam ediyoruz. Dönüşüm şu şekilde olacak; ilk haftayı dolu ikinci haftayı boş geçen yerleşim birimlerideyiz yine. Yani Keşan ve Kırklareli. İlk döngüde K Keşan’da L ise Kırklareli’de oynamıştı, bu kez L Keşan’a, K ise Kırklareli’ye gidiyor.

4.Hafta
Edirne ve Çorlu’da 3. haftaki program aynen devam ediyor. A Çorlu’da, B ise Edirne’de. Haftaiçinde de üçüncü hafta yaptığımız döngünün aynısını Tekirdağ ile Lüleburgaz a uyguluyoruz. İkinci hafta Lüleburgazda K, Tekirdağ’da L oyunları oynamışsa dördüncü haftada K tekirdağ’a, L ise Lüleburgaz’a geçiyor.

Dört hafta için kusursuz sayılabilecek bir döngü planladık gibi. Diyebiliriz ki bu dört haftadaki döngüyü 36 haftaya yaymak için dokuz yeni oyun çıkartmamız gerekir. Fakat oyuncularımızın şimdilik bu yükü karşılayacak yeterlilikte olmadığını varsayıyoruz. Öncelikle hem haftasonu hem de haftaiçi çalıştıklarından ötürü yorgunluk artıyor ve haftada iki gün (Pazartesi, Perşembe) dinlenme şansları var. O nedenle bu döngüyü sağlayıp dokuz yeni oyun çıkartabileceğimiz günlerin +5 yıl sonrası olacağını düşünebiliriz. 36 haftamız olduğundan yeni oyunlar yıla yayarak çıkartmalıyız ve altı oyunumuz olduğu için sonraki haftalara, zaten altı oyunumuzun üçte birini gösterime soktuğumuz için yeni oyun koymak akıllıca bir yaklaşım olmaz. Bu nedenle gelin döngümüzü biraz genişletelim;

5.Hafta
Bu hafta yeni oyunlarımızın ikinci derece yerleşim yerleri olarka kabul ettiğimiz Keşan, Kırklaeli, Lüleburgaz ve .tekirdağ’da gösterime girme vakti geldi. Birinci derece yerleşim yerlerimizede ise K ve L yi geri döndürüyoruz. O halde Edirne’de K, Çorlu’da ise L haftasonu oynuyor. Haftaiçi ise Dördüncü haftayı boş geçen Keşan ve Kırklareli’ne ise yeni oyunlarımız olan A ve B geliyor. Bu haftayı döngüdeki sıralarına göre Tekirdağ ve Lüleburgaz boş geçiyor.

6.Hafta
Edirne ve Çorlu’da beşinci hafta programına aynen devam ediliyor. Burada bir parantez açmak gerek neden geçen yılın diğer oyunlarını koymuyoruz şuan buraya, çünkü öngörümüze göre geçen ylın son oyunları olan K ve L üstelik oyuncuların ilk dört hafta da oynadığı oyunlar olması nedeniyle alışkanlık had safhada. Tam bu hafta geçen senenin diğer oyunlarından birini koyarsak oyuncularımıza fazla yüklenmiş olabiliriz. O nedenle beşinci hafta programına devam ediyoruz. Haftaiçi ise döngümüzde sıradaki yerleşim birimleri olan Tekirdağ ve Lülebrgaz’a yeni oyunlarımız olan A ve B’yi götürüyoruz.

7.Hafta
Edirne ve Çorlu’da K ve L yer değiştiriyor. Edirne’ye L, Çorlu’ya ise K geçiyor. Haftaiçi ise döngüdeki yerleşim birimlerimiz Keşan ve Kırklareli’de de A ve B yi değiştiriyoruz. Beşinci hafta Keşan’da A oynadıysa şimdi B, Kırklareli’de ise B oynadıysa şimdi A oynuyor.

8.Hafta
Edirne ve Çorlu’da yedinci hafta programı aynen devam ediyor. Hafta içi ise sıradaki yerleşim birimlerimiz olan Tekirdağ ve Lüleburgaz, yedinci haftada Keşan ve Kırklareli’nin yaptığı dönüşümün aynısını yapıyorlar.

Görünüşe göre, dört oyunu arz talep dengesini de hesaba katarak altı farklı yerleşim biriminde oynattık ve hiçbirini sistemleşerek kazanılacak alışkanlığın dışına itmedik. Ana amaçlarımızdan biri halkta alışkanlık yaratmak olduğu için oyunların olduğu günler konusunda tutarlı olmamız gerekmekte. Fakat 36 haftayı tamamlamamız mümkün görünmüyor bu şekilde. İlk sekiz haftadan sonra oyunların olduğu günler ile oynamadan, kaotik yapıya dönmek zorundayız. Oyunlar yine ana yerleşim yerlerinde haftasonu, diğer dört yerleşim yerinde ise haftaiçi oynanmalı. Fakat kaotik yapıyı arz-talep dengesine uydurmak için ikinci sekiz haftayı da bu sistemle geçirmemiz doğru olacaktır.

16. hafta sonunda elimizde dört yeni oyun ve geçen senin altı oyunundan dördü var. İşte kaotik yapıya geçebileceğimiz zaman dilimi tam da burası olmalı. 17. hafta yeni oyun yerine, sekiz haftayı bu sezon gösterime soktuğumuz dört oyuna ayıracağız. Birinci derece yerleşim birimlerinde de değişim haftada bir olacak. İlgiye göre beşinci ve altıncı haftayı, ilgi görmüş iki oyunu koyacağız ve yedinci ile sekizinci haftaya ise geçen senenin, gösterime soktuğumuz dört oyunundan ikisini koyacağız. Haftaiçi programımız ilk sekiz haftadaki sisteme tamamen bağlı olacak. Burada yapmamız gereken ayarlama ilgi gören oyunları haftaiçi oynanacak oyunlar ile çakıştırmamak. Yani A ilgi gördüyse onu altıncı hafta değil de ikinci hafta da oynatmak gibi.

25 ve 32. haftalar ise geri kalan son iki oyunumuz ile gecen senenin ilk iki oyununun dönüşüm yaptığı sekiz hafta olacak. Burada beklenen taze kanı geç kalmadan getirdiğimizi düşünüyorum. 36 Haftayı tamamlamak için 29. hafta gösterime sokmamız gerekirdi çünkü fakat, sekiz haftalık tekrardan sonra yeni oyun koyma mecburiyeti ilgiyi canlı tutmak için gerekli.

Elimizde son dört haftamız kaldı. Burada yapacağımız şey, sezonun ilgi görmüş oyunlarını veya ilgi görmesini beklediğimiz fakat arada kaynamış gibi görünebilecke oyunları koymak olacak. Artık 12 seçeneğimiz var. Buradan seçeceğimiz dört tanesi bu dört haftayı dolduracaktır.

Üçüncü yıl için ise işimiz daha da kolaylaşıyor çünkü, üçüncü sezonunu oynayabilecek bir oyun olacaktır ilk sezondan.

Pekala tiyatro takvimimizi oluşturduk. İlk yıl için, satır aralarında sürekli bahsetmeye çalıştığım alışkanlığı kazandırmadan opera veya sergi gibi bir dala eğilmemiz mümkün değil. İlk yıllar için ikinci dalımız müzik olacak. Elbette popüler müzik değil. Klasik türk müziği, klasik müzik, dünyanın çeşitli kültürlerinin müzikleri(Latin, flamenco, Grek gibi….) olacaktır. Bunun için çekirdek kadromuzu oluşturmak zorundayız. Bir adet orkestramız bulunmak zorunda, hem klasik hem de geleneksel türk müziği için. İlk aşama için iki veya üç kişiden oluşabilecek çeşitli dünya müzikleri ekiplerimiz olmalı. Yeni müzisyenler kazanmak için kültür merkezinin açacağı kurslardan çıkan öğrencileri kullanacagız. Bu ekiplerimizin dinlentilerini takvimdeki boş günlere yerleştirmemiz gerekiyor. Fakat aynen tiyatro gibi müziği de “kafanıza göre çalın işte” diyerek programlayamayız. Bir temamız olmalı yukarıda bahsettiğim türlerden ve bu temalardan ekibin çalmaya alıştığı parçalardan oluşan bir playlist olmalı. Dinleti veya konserlerimiz tiyatro gibi sıklıkta olamaz bu nedenle. Ayda bir konserimiz olmalı belirli bir temadan. Bu tema o ay, mevzubahis altı yerleşim birimini dolaşacak. Bu ekibimiz ilk hafta Edirne de ise ikinci hafta çorlu da daha sonraki haftalar da diğer yerleşim birimlerinde gezmeli. Edirne ve çorlu da hafta sonları tiyatro oyunlarımız ile dolduğundan bu konserler hafta içi olmalı. İkinci derece yerleşim birimlerimizde ise hafta sonuna tezahür etmeli. Hafta içine denk gelmesi ise o hafta içi tiyatro anlamında boş geçen ikinci derece yerleşim birimlerinde gösterinin yapılması ile mümkün olur. Ekiplerimizin yılda hazırlayacağı en az iki program, farklı temalarla birlikte tüm yılı kurtarabilecek seviyede olacaktır.

Gelelim en önemli konulara. Maliyet hesabı. Öncelikle projemiz devlet destekli olduğu için, oyunların sergileneceği belediyeler ulaşım ve konaklama imkanlarını üstlenecekler. Fakat daha da önemlisi ilk gider tablomuz, çalışanlarımızın ücretleri olmak zorunda. Her ne kadar “gönül işi” ile tiyatro veya müzik yapabilecek bir çok değerli insan olsa da, yaşamlarını rahat idame ettirmelerini sağlamak isterim. Tiyatro açısından 20 oyuncumuz, 6 yönetmenimiz, 15 teknik elemanımız olduğunu varsayıyorum. Öncelikli olarak maaşlarını karşılamamız gereken kadromuz burası. Elbette yüksek miktarlar verebilecek durum yoktur fakat ortalama bir para çıkarabiliriz. Oyunlarımız için ortalama seyirci sayımız 400 kişilik salonumuzda 200 kişilik izleyici ve biletlerimiz de 4 ile 5 tl. oyun başına 850 tl kazanıldığını öngörelim. Oyunculara bir defa ayda 800 tl garanti para verilecek ve oynadıkları her oyun başına da 50 tl verilecek. Ortalama bir oyuncumuz, Cuma, Cumartesi gündüz, Cumartesi gece, Pazar gündü, Salı ve Çarşamba olmak üzere altı oyuna çıkabilecek haftada. Ayda 1200 tl lik bir getiri demek oyun başına 50 liradan. Toplamda 2.000 ytl iyi bir para olarak öne çıkacaktır(en azından bir küçük şehirde). Aynı şekilde yönetmenlerimize de aylık garantör miktar olarak oyunculardan biraz fazla olmak üzere, aynı şekilde para verilecek. Teknik elemanlarımıza ise görev yaptıkları oyun başına para verilmeyecek. Aylık belli bir para verilecek. Müzisyenlerimize ve orkestramıza da aylık garantör paranın yanı sıra, veirlen konserler üzerinden de ek para verilecek. Ek paralarımızı bilet satışlarından elde edilen gelirler karşılayabiliyor. Devlet kaynaklarından aktarılması gereken miktar kurumun diğer ofis çalışanları, oyuncular, teknik ekip, müzisyen ve yönetmenlerin garanti paraları, çeşitli enerji giderleri ve genel giderler olacaktır.

Bu yazıyı yazmadan önce os a “ben de kafamdaki bir projeyi detaylandırarak yazayım” dediğimde gelen tepki “yandık detaylandırarak dedi, kaç sayfa sürecek lan” şeklindeydi. Uykudan önce kafamda oluşan sistemlerden biriydi bu yazdığım. Maddiyat tablosunu excelden buraya aktarıp detaylandırmaya kalkarsam bir bu kadar daha yazmam gerekecek. Yeterince sıktığımın ve uzun olduğunun farkındayım. Ey okuyucu buraya kadar okuduysan yazıyı seni alnından öpüyorum ne diyeyim. Uykum geldi benim, yatağa uzanıp biraz daha düşüneyim :)

5 Ocak 2009 Pazartesi

I Missed You Cate Archer..

İnce Belli Arkadaşlar (Tek İçimlik)

Beş saat veya daha uzun sürecek olan bir şehirlerarası otobüs yolculuğundasınızdır. Zamanı verimli kullanmak maksadıyla geceyarısı A şehrinden kalkan araç, sabahın ilk ışıkları ile B şehrinde olacaktır. Ayaz bir geceyarısı koltuğunuza oturursunuz. İlk başta montunuzu ve atkınızı çıkartıp elinize alırken, çaktırmadan etrafı da kolaçan edersiniz. Bu kolaçan edebilme süresi bir saniyeden fazla sürmez fakat otobüsün o geceki yolcu kitlesi hakkında ilk intibalarınızın önemli yüzdesi, o bir saniyede oluşur ve beyindeki varolan şemalara yerleştirilir..(Kimin teorisiydi bu şema olayı yahu)

vakit ilerledikçe bilet kontrolü ve cimri değilse firma, ilk yiyecek içecek servisi yapılır. eğer can istenirse gerekli şeyler yiyilip içilir ve akabinde baş cama yaslanarak dışarısı seyre dalınır. Bu esnada, düşünülmeye başlanılır istemsizce. Ne de olsa önünüzde fiziksel olarak sadece oturabileceğiniz en fazla koltuğunuzu belirli açılarda yatırabileceğiniz bir süreçtesinizdir. Mp3 player varsa, çalan şarkı ne olursa olsun, normal vakitlerde kulak bile kabartılmayacak müziklerden dahi olsa o an bir şeyler olur, müzik ile yaşanmışlıklar veya yaşanmamış fakat hayal gücünün zenginliğine göre senaryosu yazılabilecek tanık olmamışlıklar birleştirilir. Böyle vakitlerde yazabildiğim senaryolar zaman zaman şarkıdan şarkıya değişerek üç dakika sürer zaman zaman ise müziğin uyumuna göre diğer şarkıda da devam eder, zaman zaman ise oluşmuş olan senaryo altı şarkı sonra devam eder. belki yapacak bir şeyin olmamasından dalar fikrinin dipsiz kuyusuna doğru beline takıp dışarıdaki ağaca bağladığı "urgan" ile insan. Belki de nedeni farklıdır bilinmez. Yo belki de bilinebilir. yine de bilinmemesi daha derine dalmayı sağlayan ipin uzunluğunu temsil etse, bilinmesi bungee jumping elastikiyetinde olmayı temsil eder. limitler bellidir. Belki de bu nedenle yolculuk sona erdiğinde artık sonlara doğru buyur edilmiş uykudan uyanılarak garip bir mutluluk hissiyle girilir B şehrine. Bu mutluluk hissi shawsank redemptionda tim robbins in yaptıklarının ortaya çıkmasıyla duyulan o hisse eşit. Hoş işte. Gerisi berisi yok.

Bu yolculuklarda gecenin ilerleyen saatinde, mola verilir. Otobüsten iner inmez yüze vuran serinliğe karşı yakılan sigara ile bir şeyler atıştırmaya gidilir adettendir. Hiç olmazsa küçük bir çay sıcaklığı tadılır. O çay alındığında boş yer bulup oturulur ve muhtemelen başka bir yolcunun oturduğu masa olur bu, çünkü bu tür yerlerin çoğunda herkesin tekerli oturabileceği yeterlilikte masa yoktur. İşte tam o zamandan otobüse tekrar binlen zamana kadar yapılan sohbetin karşı tarafıdır ince belli arkadaşlar..Orada kalır, büyük ihtimalle hayat boyunca bir daha görülmez. Ve bu güzeldir. How I Met Your Mother'da Ted ile Victoria nın geçirdiği düğün gecesi gibi "bir daha hiç kirlenmeyecke bir anımız olacak" tadında veya edward norton un deyimiyle "tek kullanımlık hotel ürünleri" gibi. Burada kullanma olmaz aslında, sadece havadan sudan, soğuk havadan, kalan yolun süresinden bahsedilir. Kişisel konulara girilmez. En fazla "öğrenci misin" şeklindeki klişe kendine yer bulur. Bunun güzel olmasını sağlayan şeyleden biri mola vaktine kadar düşünülenler de olabilir, daha saf olur o zaman insan. Bu güne kadar bir çok ince belli arkadaşım oldu. Hepsi de öyle kaldılar. Belki hayatın hiç bir döneminde karşılaşıp konuşabilme ihtimalinin bulunmadığı insanlarla beş dakikayı ve bir sıcak ince belliyi paylaşıp yola devam etmek..İşte bunu seviyorum..

3 Ocak 2009 Cumartesi

Ömür Törpüsü Oyunlar


Supaplex: En başa bu oyun yazılmazsa ayıp edilir. Kuralları bu kadar basit olup, olasılığı bu denli fazla olan ve kafayı sıyırtan başka bir oyun var mıdır bilemem. Murphy ile elektron toplarken, farkında olmadan bakış açılarının genişleyip çeşitlendirildiği, analitik düşünebilme alışkanlığını kazandıran, hani denir ya resmin tamamını görmek gerek diye, işte bir çok bölümünde resmin tamamını görmek gereken, bir kere başlandığında geceli gündüzlü oynanıp kan çanağı gözler ile okula gitme müsebbibi. Şimdi iyi bilgisayar programı yazabilen kesimin temelinin çocukken atılmasının örneklerinden biri aslında supaplex. yoğun matematiksel düşünce ve kusursuzluk gerektiriyor. O dönem çocuk olanlar ve bu oyunlarla yetişenler, üzerine bir de "kafa ayarı" mantığını kapmışlarsa şimdilerin başarılı bilgisayar programcılarından olmamaları için hiç bir neden yok.

Worms: Efsane statüsünde olan bir oyun da worms elbete. Bir kaç solucandan oluşan takımlar, çeşitli silahlar kullanarak farklı platformlar üzerinde birbirlerini yok etmeye ya da platformdan suya düşürmeye çalışırlar. İyi bir worms oyuncusu olabilmek için yine iyi sayısal düşünebilme alışkanlığı gerekir. Silahınızı kullanırken rüzgarın hızından platformdaki engellere mesafeye ve konumlara kadar her şeyi hesaba katmak zorundasınızdır. Platformun kurallarını bildikten sonra(rüzgar hızı, mesafeler, engeller, konumlar) yapabileckelerinizin sınırsızlığı, hayata dair düşünebilme, bakış açısı geliştirmeye de fazlaca yardımcı veya tetikleyici unsur olarak öne çıkabiliyor.

Half Life: Elbette bitirebilene kadar, iki haftamı tamamen harcamış olduğum bu oyun da ömür törpüsü olarak gösterilmeli. Ayrıntıları görebilmenin önemi, eldeki kıt imkanları verimli kullanabilmek için on takla atılması gereken, üstelik gördüğüm en başarılı senaryolardan birine de iyeliği olan half life, eğer geceyarısı evde yalnız oynuyorsanız önünüze aniden çıkıveren böcekler ile yusuf yusuf ettirip sandalyeden düşürebilen bir oyun. Tam bir ömür törpüsü.

CM/FM: Her yıl düzenli olarak bir grup erkeğin hayattan kopmasının nedeni olan Championship Manager ve Football Manager oyunları da bu statüye konulmalı. Kim derdi ki o kadar janjanlı görüntü kalitesinin olduğu futbol oyunları kadar (bu yılı saymazsak) sadece yazılardan ve noktalardan oluşan bir oyun da dikkat çekebilecekti. Her yıl düzenli olarak en az bir ayın dominant sahibidir erkeklerin çoğu arasında. Yeri gelmişken bir söylentiye göre, erkeklerin çoğunun fantezilerini FM oynayan ve bu konuda, yeterli bilgi ile konuşabilen kadınlar süslemektedir. :)

Red Alert 2: Bu oyun da benim için efsanevi niteliktedir. Soğuk savaş döneminde geçen konusu ile, tercihinize göre sovyet veya müttefik olabiliyor ve soğuk savaşın sona erip sıcak savaşın başladığı bir alternatif tarihin içinde buluyorsunuz kendinizi. Sovyet bölümünü bitirmiştim kendilerinin. Allied CD mi kaybettiğimden öyle kaldı o. Oyunun bölümleri arasındaki video geçişleri başkanların konuşmaları, Paris'in sovyet güçleri tarafından işgali, Ural civarındaki sovyet şehirlerine karışıp halkı otoriteye karşı kışkırtmaya çalışan amerikan güçlerine karşı koyuş. Alamo'dan A.B.D. başkanını küçük ekiple yapılan şahane ayrıntılı operasyonla kaçırmak, savaşı kazanmaya yaklaşırken, sovyetler birliği içerisindeki iktidar mücadelesi ve Yuri, nükleer silahlar, einstein'in chrono projesi, gerçek anlamda dünyanın her yerine yayılmış savaş ve aklıma gelen "büyük güç büyük sorumluluk gerektirir" sözü...Yıllar geçse de bilen insanlarla oynandığında hala deli zevk veren multiplayer kısmı..Ve Tanya..Ah Tanya vah Tanya..

Super Mario Bros: Kapanışı Mario ile yapalım şimdilik. Zamanı asla geçmeyen, platform oyunlarının en popüleri.. Mario ve aşık olduğu prensesi kurtarma macerası. "Thank you mario, but princess is in another castle" sözünü duymaktan bıkmayıp tüm bölümleri geçmek inanılmaz zevkliydi..Bir çok kişinin hayatının kısa bölümünü konuğudur Mario ve Kyle kardeşler.

Ve diğerleri, Cadillacs and Dinasours, Patrician 3, Medieval Total War, DYNA(a.k.a. Bomber Man)..Unuttuğum kalmadı herhalde şimdilik. Belki de kalmıştır bilemedim. Her birini çok severim. Aslında bir şey yazmayacaktım ama Veysel Karani Demir denen adamın ve Vakit denilen zımbırtının riyakarlığını gördükçe kusma kulübü kitabını gerçelleyip ekibi kurmayı düşünerek, suratlarına kusmak geçti içimden. İki gündür bu şahsın rezalet tablosunu gördükçe boğazım düğümleniyor. Başka şeyler düşünüp bu oyunlardan bazılarını oynamak istedim bugün..

1 Ocak 2009 Perşembe

Yokuş Çıkan Şarkılar

Bilenler bilir, müziği pek severim. böyle yedi sanattan yanına kanka olarak kimi seçersin deseler müzik ve sinemayı seçer, vahşi gelin filmindeki adada yaşamımı idame ettirmeye çekilirim. Pekala; Gülşen Bubikoğlu gibi birine de yanımda hayır demem. Neyse efenim, elbet teknik anlamda antin kuntin bir ismi vardır fakat benim "yokuş çıkan şarkı" olarak isimlendirdiğim bazı şarkılar var. Bu şarkıların belirli yerlerini dinlerken aklıma, otomatik olmayan vitesli arabayla yokuş çıkmak geliyor. eğer yeterince dikse, bir yerde vites düşürmek hatta dolu bir otobüs ise çıkan, birinci vitese alıp gaza sonuna kadar abanmak gerekir. Acı acı bağırır otobüs veya araba o yokuşu çıkarken oluşan zorlama ile. Fakat hemen sonrasında çıkılan düzlük ile gazı kesip vites büyütmenin getiriği rahatlığın sesi ve hız pek güzel hislerdendir. İşte yokuş çıkan şarkılar dediğim şarkılar da böyle. Bir yerlerinde yokuşa tırmanmaya başlıyorlar, az sürenin ardından en zorlu yere gelip vitesi bire alarak kastırıyorlar ve akabinde de düzlüğe çıkıp rayına oturuyorlar. Buna ara geçiş de deniyor, fakat ara geçişin nitelikleirndne biri olarka öne koyabiliriz yokuş çıkmayı. Mutlak ve mutlak her ara geçişte yokuş çıkma vardır denemez.

Vereceğim, aklıma gelen iki örnekle daha netleşeceğini düşünüyorum gözünüzde kavramın. Aklıma gelen ilk iki örneği vereyim. bu şarkılardan biri ve yokuş çıkması en belirgin olanları arasında bulunan parça Kenan Doğulu'nun "Ben güzelden Anlarım" isimli çalışması. Şimdi bir yandan şarkıyı açın yüklensin o esnada bir iki kelam edeyim ona göre tekrar dinleyin. Şarkı gayet düz yolda başlıyor, ortalama bir süratte gidiyoruz, ta ki; "Hislerin seni ele veriyor, sen sevilecek yarımsın.." sözlerine kadar. İşte orada yokuşu hafiften çıkmaya başlıyor şarkı. bir süre yokuşu çıktıktan sonra zorlanmaya başlıyor araba ve o dediğim vitesi en düşük rütbeye çekip, gaza köklenmek eylemi geliyor. İşte tam ama tam "nazlısın hakkındır" derken vitesi bire alıyor...özellikle "cilvelisin yakışır.." derken yokuşun en zor anını tırmanıyor. Gazı köklüyor. Ve işte o an geliyor tam nakarata geçiş anı. Yokuşu bitirip düzlüğe çıkarıyor arabayı. Ayağını gazdan çekip debriyaja basarak vitesi yükseltiyor ve yine normal hızına geçiyor..


Bu parçayı dinlediyseniz ikinci parçaya geçeyim örnek olarak göstermek istediğim. Bu da Demet Sağıroğlu'nun "İhanet Ettin" şarkısı. Eskiden köyde otururken, civar köylerdeki düğünlere veya şehirde düğün salonunda olacak düğünlere, düğün sahipleri otobüs kaldırırdı. Bütün köy ahalisi o otobüse doluşurdu ve düğüne giderdi. İşte o yolculuklarda yokuş çıkarken geberirdi otobüs. Canı çıkardı vitesi bire alıp gaza sonuna kadar basıldığında. İşte bu şarkı için de böyle diyebiliriz. Otobüsle üçüncü viteste gidiyoruz.... İşte tam da Demet Hanım "Yaptıklarından pişman olsan da..." demişken, özellikle o gitardan yokuşu çıkmaya başlıyoruz. Vitesi ikiye düşürüyoruz.."Çektirdiklerin cezan yanındaaa" derken "aa"lar uzadıkça, "araba bayılıyor" denen deyim gerçekleşiyor. Mecburen bire düşürmek zorunda kalıyoruz vitesi..Ve işte başladık; "her gün dua ettim..." Gitarın gaza nasıl bastığımızı betimlemesine özellikle dikkat bu evrede...Ve demet "tanrıya seni ben şikayet ettim" cümlesine geçtiğinde yokuşu bitirip düz yola çıkıyoruz..

Böyle şarkıları gördüğümde, aklıma direk olarak şarkının yokuş çıktığı düşüncesi doluşuyor istemsizce..Herkese mutlu yıllar efenim.