3 Kasım 2009 Salı

Film, Çay, Döşek, Battaniye

Sabahın sabah olduğu vakitlerdi. Geçmişe yazılı kalmış ve yazılı kaldığından akıldan çıkmamış “günün ilk saatleri.” Şehrin hafif dışındaki bir sitede, lapa yağıp havayı soğutmayan bir havlamayan köpekti kar. Cama başını dayadığında, o günlerde elinden düşüremediği telefonuna ve banklarına kır düşmüş çevre düzenlemesine bakmaktaydı. Her film masal, her şarkı aşıktı en safından. Biraz önce izlediği film, eline aldığı tiryakiliğin biricik sembolü çay, soğuk yememek için üzerine oturduğu derme çatma bir döşek, renkli polar battaniye ne düşünürse düşünsün, onun hissettikleriydi anlattıkları.

“Anlattıkların, karşıdakinin anladığı kadardır” şeklindeki ergenlik dönemi iletileri gelmiyordu aklına elbette. Bilhakis mevzubahis sözde, “kadarını” anlayan karşı taraf konumundaydı o gece. Tam da o zamana göre sanat şaheseri saydığı film, tüten demli dumanını karlı bir geceye en çok yakıştırdığı çay, çok kullanılmaktan rengi solmuş döşek, Fareler ve İnsanlar’daki karakterlere özenip ısrarla dokunmaktan imtina etmediği battaniye kesinlikle onun anladıklarını anlatmıyorlardı. Ne olursa olsundu, O’nun anladığını anlatıyorlardı. Ve O, onların da kendisinin aşık olduğunu görmekten oldukça huzurlu hissettiklerini anlıyordu.

“Bırak tasalanmayı da hadi gel! Böyle bir an bir ömre bedel..” Sabahın ilk ışıklarının henüz aydınlatmaya başladığı fakat asıl ışığı hala sokak lambalarının yaydığı düzenlenmiş çevresiyle tam da yeni lapalanmış bankta oturarak içilecek bir bardak dumanlı ve gerçek anlamıyla demli çayı değişebileceği öğelerin sayısı epeyce azdı. Böyle bir “an”ı yaşamak, tam da “yaşamaya geldik bu dünyaya” bahanesinin gerçek anlamıyla oturacağı eylemdi. Hiçbir karesine kışın yansımamasına rağmen bu gecenin olmazsa olmazı gördüğü film, kalitesiz olduğu için soğuğu geçirip aynı zamanda epeyce de sert olan döşek, çıkarken Süperman’in pelerini gibi atmak istediği battaniye de tam olarak bunu yapmasını söylüyorlardı…Ya da onun anladığı kadarı buydu. “Böyle bir an bir ömre bedel…”Koşarak, İzel’in ilk aydınlıkla dans ettiği sesinin duyulduğu parçayı açtı.

Her yükselen ton ile o sesin huzurdan birkaç saniye önceki an olmasına koşullandığı kısa mesaj notaları da İzel’in sesine eşlik etmekteydi. Dışarıya çıkıp o bankta sokak lambalarının işi bitinceye dek oturması gerektiğini düşünüyordu. Düşünmek, yapmanın epeyce büyük bir öz alt kümesiydi o günlerde. Ya da camı açıp, hemen önlerinden geçen otobana doğru anlamlı anlamsız sevgi sözcüklerini haykırmak da. Elbette bu bir öz alt küme değildi ama öz alt kümesi aynı olan bir başka eylemdi. Az önce izlediği filmde “sanat” diyeceği kılıç düellosuna ev sahipliği yapan toprağa düşen yapraklarla gözlerini kapatmış, ince belli bardağın dumanıyla bankta oturmuş, çarşıda görüp bağdaş kurup oturmak için aldığı döşeğiyle camdan avazı çıktığı kadar göğsünün ortasına huzur pompalayan kelimeleri sıralamış, epeyce ince olduğu için ısıtmamasına rağmen yatağına mutlaka her gece soktuğu battaniyesiyle gözlerini tekrar açmıştı. Bu hissi ömrü boyunca bir daha hissedemeyeceğini o gün tam da o an ve tam da o yerdeyken bilmiyordu henüz..

Şimdi sabahın çoktan olduğu ve yorganın tamamını karşı tarafın üzerine aldığı bir yatakta uyanıyordu. Sol tarafına baktı..Umutsuzca başını sallayarak sessizce doğruldu. Yan tarafındaki komidinin üzerindeki sigarasına, öğrenciyken hep sahip olmak istediği ahşap, büyük İskandinav giysi dolabına, turistlere epeyce pahalı fiyatlardan satılan işleme kilime ve üzerinde kötü çizilmiş bir yavru kedi bulunan yumuşak terliklere göz gezdirdi… “Dört yıl..Dört parça” diye geçirdi içinden. Yan tarafında, yorganın bir kısmını iade etmek istercesine hareket oldu. Gözlerini mahmurlaşarak açtığını gördü.. “Gelsene..” diye de bir fısıldama. Etrafına bir daha baktı adam.. “Kahve içip çıkmam gerekiyor..Geç kaldım..”

Hiç yorum yok: