28 Nisan 2009 Salı

Pazartesi Sendromu

İyi geceler sevgili okuyucu. Malumunuz güzel ve heyecanlı haftasonu akabinde work related(hey yavrum hey) koşturmacalara başlamak insanları derinden etkiliyor. Neden öyle olduğu hakkında henüz detaylı bir teorim yok fakat pazartesi, hele ki haftasonu danalar gibi keyif yaptıysanız o kadar da kötü başlamıyor. Bugün yoğun koşturmaca ile birlikte hayatın akışına dair tanık olduğum bazı enstantaneler beni epeyce eğlendirdi. Tabir-i caizse üzerimde -bu seferlik- bulunmayan pazartesi sendromunu obsesyonunu da defetti. Biraz bunlardan bahsetmek istiyorum izninizle efenim.

Bunlardna ilk ikisi anketör diyaloglarından. Direk benimle olmayan fakat yoldan geçerken kulak ve göz misafiri olduğum ufak dakikalar. İki anketörün de yoldan geçenlere eğlenceli "tacizleri"nden mütevellit bu anlar. İlkinde yolan geçen iki hanımefendiye yaklaşıyor anketör arkadaşımız, fakat elbette ki hamıkızceğizlerimiz yüzüne bakmayarak yollarına devam ettiler, ısrarla yaklaşan anketörün "ama neden kaçıyorsunuz hanımefendi" deyişine epeyce güldüm yoldan geçen biri olarak. İkincisi ise çok daha iyiydi. Bilmiyorum kaygısızlar dizisinin o sahnesini hatırlıyor musunuz. Taksi yoldan geçmektedir müşteri elini kaldırıp "taksiii" diye işaret eder, yanından geçen taksici de kafasını camdan uzatıp "yolcuuuu" diyerek yoluna devam eder. Türk komedi tarihinin en absürd ve eğlenceli sahnelerinden biridir. İzlemek isteyenler şu adrese bakabilirler. Neyse efenim ikinci vuku da böyle beklenmedik bir cevap aslında. Yine anketörümüz, gayet taş olan bir ablamıza yaklaşır "afedersiniz hanımefendi" der. Tabi ki ablamız kendisinin yüzüne bile bakmadan yola devam eder. Bunun üzerine anketörümüz "affetmiyor musunuz" deyip, yine yoldan geçen biri sıfatıyla olaya şahit olan beni yarmıştır.

Üçüncü vuku da, gündüz yağan yagmurun dinmesi için istiklalin girişindeki telefon kulübelerinde bir kaç dakika beklemek üzere durduğum anda cereyan etti ki bu olay, bana göre günün en bomba sahnesiydi. Öğle ezanı okunmaktadır, cami de meydana yakın oluğundan ses şiddeti epeyce fazladır. Bu kuvvetli sesten sıkılmış olan bir amca hızlı hızlı yanımdan geçerken "sesi de güzel olsa amına koyayım" diyerek fatality çekmiştir kahkaha krizime.

Bugün anlatacağım son esntantane de bir anlatım bozukluğu vakası. O an bulunduğum ortam, ciddi bir iş konusunun konuşulduğu ortam olmasından ötürü gülmemek için kendimi nasıl kastığımı bir ben bilirim herhalde. İsmi lazım değil bir televizyon kanalının yayın ve bilgisayar sistemlerini onarmak için gittiğimiz mekanda, o kanalın önemli isimlerinden biri bir dvd hazılamakla ilgilenmektedir. Biz de hazırlanmış örnek dvd yi görüp pek tutmadığımızı söyledik. Diyalog aynen şöyledir;

-Pek başarılı değil bence abi.
-Hiç başarısız!

Hiç başarısız ne lan. O an iki dakika sırıtmamak için dudaklarımı ısırırken kanatacaktım herhalde. Bir de üzerine jeff ve gigle loop aklıma gelince kastıkça kastım.

Neyse efenim hafta güzel ve eğlenceli başladı. Uzun süredir iş günlerinde böyle keyifli olmamıştım. bir şey var ama nedir bilemedim. havalardan acep?. Bulut bu, bu da bulut, e bu da bulut! (A tribute to B. Kendisinin bulut temasını çok geç farketmeme rağmen bayıldığımı belirtmek isterim. Kısa zaman içinde favori repliklerimden biri oalcak herhalde "e bulut bu".)

27 Nisan 2009 Pazartesi

Heyecan Duymak..

Daha önce yazmıştım taraf tutmak konusundaki takıntılarımı. Aralarında en ufak bir amaç ortaklığı olan, aynı sonucun peşinde koşan iki kavramdan birini tutmayı pek severim. Elbette ki taraf tutmanın en zevkli olduğu alan spor müsabakalarıdır. Genelde bloga futbol ile ilgili yazmaktan imtina ediyorum lakin liglerin sonu yaklaştıkça artık haftasonlarım heyecandan heyecana sürüklenerek geçiyor. Mesela pazar günü kahvaltımı yaptıktan sonra, ekranın karşısında tüm gün maç izlemeye bayılıyorum. Hele ki liglerin son haftaları gelmişken. Beşiktaş uzun süredir bu kadar heyecanlandırmamıştı beni. Bugün bobo gol attığında, yıllardan sonra tuttuğum takımın bir golüne bu kadar danalar gibi sevinmişimdir(Koray ın Fenerbahçe ye attığı dördüncü golden sonra herhalde ilk defa bu kadar çıldırdım bir gole sevinirken:).Sochaux her sene kahırdan kahıra sürükleyerek son anlarda ligde kalıyor ve heyecanı sonuna kadar yaşatıyor. İşte bu hissedilen heyecanın tadı, orta ekşilikte, sezonun ilk yeşil eriğini tuza banıp alınan ilk ısırığın tadı ile birebir sanki. Pazar günü kovayla tavuk alıp maç izlemek, dahası izlenilen maçlarda taraf olmak, heyecan duymak liglerin son haftalarını sevme nedeni.. İşte bunu seviyorum ben.

26 Nisan 2009 Pazar

Pazar Şarkısı

İmeem yine kıllık yapıp şarkının 30 saniyesini çaldığı için gömemedim. direk link veriyorum efenim. Pazar şarkısı burada... Kahvaltı da burada..

Uzaktan Eğitim

Evet sevgili öğrenciler, bu akşam nasılsınız bakalım? Beni soracak olursanız çok iyiyim, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin de gözlerinden öperim. Sıradaki parçayı Erzurum'da vatani görevini yapmakta olan bir yakınıma ya da 11/b sınıfı kızlarına göndermek istiyorum.

Bu akşamki saçmalama hakkımı da kullandıktan sonra, bahsetmek istediğim mevzuya gireyim biraz. Bırakın Esperantoyu falan, dünyanın ortak dili matematiktir. Dünyanın neresine giderseniz gidin matematik kullanarak insanlarla anlaşabilirsiniz. Evet efenim,

- Merhaba çok kök 2 ledim ben
- Dolapta dünden kalma pi sayısı var. Bir göz at istersen.
- Yok be abi, daha dün yedik pi yi. bu akşam f'(x) + ln(x) yesek olmaz mı?
- 2+2 = 4

Bakın bu örnek diyalogta da gördüğümüz gibi, iki arkadaşımız matematik kullanaarak ne de güzel anlaştılar. Şaka bir yana doğanın büyüsünün matematik oluğunu düşünüyorum. İnsanlığın bu kavramı keşfedip geliştirmiş olması bile başlı başına bir mucize bence. Her şeyiyle soyut olmasına rağmen hayatın her türlü somutluğunu tarif eden başka kavram belki de yoktur. Varsa da dil denebilir herhalde bu kavrama. Neyse efenim ara ara matematiksel kavramlardan bahsetmek istiyorum yazılarımda. Madem ben seviyorum, neden yazmıyorum diye düşündüm. Nedenini bulamadım ama bakayım bir de yazarsam o zaman nedenini bulurum belki diyerek yazmaya karar verdim çoğunlukla saçmaladan ibaret olacak matematiksel kavramlar temelli yazıları.

Evet sevgili öğrenciler, bugün bahsedeceğimiz kavram, transandantal ya da aşkın olarak bilinen sayılardan en ünlüleri olacak. bildiğimiz gibi ilkokulda kümeler kavramının ardından sayı çeşitleri gösterilir sıra ile. bunlar sayma sayıları ile başlar. 1,2,3,4,5....... şeklinde sonsuza kadar giden sayılardır. Bunlara sıfırı da eklersek doğal sayılar kümesini elde ederiz. Bunlara, negatif sayıları da eklersek tam sayıları, daha adamakıllı bir tanımla "sıfırın iki yanından sonsuza kadar uzanan sayılar" dersek elde edebiliriz. İlkokulun sonlarına doğru bu kümeye rasyonel sayılar dediğimiz sayıları da ekleriz. a/b biçiminde yazılabilen sayılara rasyonel sayı denir. Örneğin 1.5, 3/2 biçimine yazılabildiğinden bir rasyonel sayıdır. kümeyi biraz daha genişletelim. Rasyonel biçimde de ifade edilemeyen sayıları da kümeye alalım. Kümeye dahil ettiğimiz bu yeni sayılara da irrasyonel sayılar deriz. Örneğin kök 2 ya da daha adam gibi yazım ile 2^(1/2) bilinen en ünlü irrasyonel sayıdır. Şu anda elde ettiğimiz küme "Gerçel Sayılar" kümesi olarak ifade edilir. Lisenin son bölümüne kadar bu arkadaşlarla canhıraş biçimde ilerleriz. Tamam, ikinin karekökünü bulduk da -2 nin karekökünü nasıl bulacağız. Bu müthiş düzeni bir eksi sayı mı mahvedecek(Bu kusursuz düzen kendi kendine varolmuş olabilir mi sklşflkşasfkls). Hayır efenim naslaa. Algılarımızı biraz daha genişletelim ve -1 in kareköküne i diyelim. Böylece artık -9 u örneğin i^2*9 bçiminde yazabiliriz paşalar gibi. bu sayının karekökü de 3i olur. Can olur can. İşte bu sayılara da karmaşık ya da kompleks sayılar diyoruz.

Şahane. Pekiii, ya bunların hiç biri ile hesaplanamayan sayılar ne olacak, ya da bilinen herhangi bir yöntem ile hesaplanamayan, virgülden sonrası düzensiz biçimde sonsuza kadar giden sayılar ne olcak. Bu sınıfların hiçbirine dahil değilller... İşte bu sayılar matematiğin paşasıdır şuan. Hiç bir şekilde hesaplanamayan sayılar. İşte bu sayılara aşkın sayı ya da transandantal sayı diyoruz. Bunlardan en ünlü iki tanesi e ve pi sayılarıdır.

Önce pi den bahsedelim biraz. Bazı filmlere "dünyanın hakimi" olma amacıyla abuk subuk işler yapan kötü karakterler vardır. Bu adamlar yanlış yerlere saldırıyorlar. Pi sayısının gücüne adamalılar kendilerini öncelikle. Dünyanın hakimi denebilecek bir sayı varsa o da pidir. Her yerde, şekli şemalli her kavramda kendini gösterebilir. Genel olarak 3.14 şeklinde bilinen, öss de üç alınan, biraz daha meraklılıkla 22/7 olarak ifade edilen, ama en genel anlamıyla bir çemberin çevresinin çapına oranı olarka ifade eilen bir şeydir bu sayımız. Sayısal olarak gerçek değeri tam çözülmüş değilir günümüzde bile. Efenim 3 ten sonraki kısım sonsuza kadar gider. Tarihi açıdan çok geniş tarihe haizdir kendisi efenim. Şanlı tarihiyle döver adeta. M.Ö. 2000 li yıllarda antik mısırlılar ve babillerin bu sayıyı araştırmaya başladığı biliniyor. Bundan sonra yunanlılar dairenin, günümzde de bilinen alanı olan pi*r^2 yi buluyor efenim. Daha sonra arşimet kürenin alanını "pi" sayısını kullanarak gösteriyor. İki hintli bilim adamı önce pi yi beşinci basamagına kadar hesaplamayı başarıyor ardından bir diğer hintli bilim admaı ise pi için sonsuz seriyi oluşturuyor.

Neyse efenim bu kadar genel anlatım yeter. Pi yi çekici kılan düzensizliğinde gizlidir aslında ve düzensizliği bir şekilde kendinde toplamasıdır. yani demek istediğim pi sayısı, düzensizliğe verilen bir isim gibidir adeta. Artık düzensizliği bir şekilde, bir formülle ya da bir yöntem ile hesaplamak düzensizliği üzenini oluşturmaya yarayabilirdi. Açıkçası evrenin sırrının pi sayısının virgülden sonraki son basamagında yattığını düşünenlerdenim :) Her şeyin birleştiği bir nokta olacaktır bence onu hesaplayabilmek. Büyük abidir, popülerdir pi. Mahalle maçlarında aldım verdimi yapan iki oyuncudan biridir ve genelde en yetenekli topçusudur mahallenin. Hatta bazı fanları vardır ki kendilerini pi nin virgülden sonraki kısımların ıezberlemeye adamışlardır. Dünyada 3.14 e ithafen pi günü kutlanır her sene hayranları tarafından 14 martta.

Aldım verdimin diğer tarafında ise e sayısına bakalım. Bu da mahallenin romantik ama saygı gören kişiliğidir. Hikayesi film senaryosundan çıkmış gibidir. genel olarak ((n+1)/n)^n in, n sonsuza giderken değeri e sayısının değeridir. E sayısından ilk bahseden Napier dir ama üzerine durmamıştır sadece bir kitabın ekinde belirtmiştir. Bernoulli ise (bu aile de bilim dünyasına ne katılmış arkadaş, her ferdi bir şey bulan başka bir aile var mıdır) gerçek anlamda e yi keşfediyor. Bu sabite e ismini ise euler veriyor. Genel olarak Euler isminden dolayı e isminin verildiği söylenir ama bir efsaneye göre de o anda gördüğü ilk harfi öylesine kağıda geçmiştir Euler efendi.

Neyse efenim asıl hikaye burada değil aslında. Good Will hunting'i izlediyseniz anımsayacaksınızdır orada da bu hikayeye referans veriliyordu. srinivasa ramanujan isimli hintli çocuk, hayatında hiç bir akademik eğitim almamıştır. Bir gün eline matematik kitabı geçer ve bu temel kitaptan ileri matematiksel bir çok şeyi çözer. Bunlardan biri de e sayısının seri biçimine yazılımıydı yamulmuyorsam. böyle filmsel bir hikayesi de vardır bu sayının. Pi nin popülaritesi altında kalmıştır biraz ama ondan sonra da en çok bilinen aşkın sayıdır. Hani aşkın sayının ismindeki romantizme de çok uyar her şeyiyle. Pek severim. ÜStelik e^x in türevi de kendine eşit hesaplaması da kolay :)

Evet sevgili öğrenciler ne öğrendik bu yazımızda. Eğer tanrının varlığı ortaya konacaksa, bu ancak ve ancak pi sayısıyla gerçeklenebilir ya da genişletirsek aşkın sayılar ile gerçeklenebilir. Bu kadar da net konuşuyorum. Gökkuşağının sonundaki altın gibi pi nin sonunda da evrenin sırları vardır. Oraya kadar giden olursa alnından öpülesidir. Bir başka dersimizde, sevdiğim kavramlara değineceğiz yine. Seviyorum bunları.

25 Nisan 2009 Cumartesi

Sigara #6

Should be happy to be loved...

24 Nisan 2009 Cuma

Rüya Üzerine


Rüya mefhumu herkesin zaman zaman üzerinde düşündüğü ve kendine göre belirli sonuçlara ulaştığı konulardan biridir. en çok da padişahlar ya da liderler düşünmüş ki, rüyasında gördüğü için bir köyün tüm çocuklarını öldürmeye kadar getirmişler işi. "Bana rüyanın tanımını yapabilir misin abidin?" dense bir tür sanat metinli sohbette "Efenim, aşkın ekspresyonistliğinde görülen, hislerin bir kamyonun arkasında kaçak göçmenlik yaptığı irrasyonel rasyonalite" gibi ne dediğini kendinin bile anlamayacağı yorumlar yapabilir taraflardan biri. Şimdiden söyleyeyim, böyle sanatın içine tükürürüm ben. Çok net. "Cihangir cafesi ağzı yapma bana" adam gibi konuş diyesim gelir ama diyemem, "Öyle ise o kamyon banker mahmut tarafından götürülüyor olabilir mi" derim. Sonra da "Esin sen beni bırak yaaa" deyip cep bankı anarım.

neyse efenim ilk paragrafta saçmalama hakkımı kullandıktan sonra şunu diyecektim, geçen gün bir rüya gördüm efenim. Şimdi muhteviyatını pek anımsamıyorum, ilk uyandığımda anımsıyordum rem evresinde gördüğüm için sanırım. Bu rüya ilginç bir rüyaydı ama daha önceden gördüğüm bir rüya sonrası düşündüklerimi anımsadım uyandığımda. Biliyoruz ki, rüya esnasında beyin olan biten şeyleri vücuda gerçek gibi algılatabiliyor. Ya da buna benzer bir şey. Yani efenim ne bileyim rüyada süratli araba kullanıyoruz ya da hareketli bir kovalamacanın ortasındayız diyelim. O an onu gerçek sanıyor vücut veya beyin. O an sanki kovalamacanın ortasındaymışız gibi ya da her an bir yerlere çarpacakmışız gibi heyecan içinde hissediyor kendini insan.

Geçen gördüğüm rüyada, geçmiş de vardı. Yani o an olan olaylar geçmişte hatta çok küçükken yapılan şeylere dayanıyordu ve rüyadaki ben de o geçmişi dün gibi hatırlıyordum. Uyandığım anda ise o geçmişın artık kurgu oldugunun farkındaydım ve hatırlayamıyordum. Rüyamı ise hatırlıyordum yani o an olanları. Bunu bir kenara koyalım.

Demek istediğim şu aslında, çoğu zaman ölecekken uyanılır rüyadan. bunun nedeni belki öldükten sonra olabilecekler konusunda beyinin veya düşünce mekanizmasının da net bir öngörüsü olmadığındandır. Onun haricinde ise rüyada yaşanılanlar o an gerçek gibi algılatılır vücuda. Vücut onları gerçek sanır. Geçen gün gördüğüm rüyadan uyandıktan sonra düşündüğüm eski rüyama referans da burası aslında. Vücuda, beyin ve düşünme mekanizması da dahil olmak üzere bir şey gerçek gibi gösteriliyor ise bu kontrol edilebilir bir yetenek olabilir mi acaba diye sorular dolaşmıştı kafamda. Mesela rüyada ejakulasyon olayını ele alalım. Tamam mastürbasyonda o an düşünülen şeyin gerçek olmadığı bilinebiliyor fakat rüyada gerçek olması üzerine meydana geliyor bu durum. İşte o yetenek eğer kontrol edilebilirse mesela mastürbasyona gerek kalmaz. Hatta belki biriyle birlikte olmaya bile gerek kalmayabilir çünkü tam anlamıyla gerçek olarak algılanıyor vücut tarafından rüyada olan biten. eğer böyle ise rüyada sevişmek ile gerçekten sevişmek arasındaki fark da küçülüyor. Belki de hiç olmuyor. Sadece cinsellik değil aslında mevzu. Böyle bir yetenek olabildiğini düşününce yapılabileceklerin de sınırsızlığı düşünceleri okşuyor açıkçası.

Neyse efenim, rüya konusu halen bilinmeyen olarak karizmasını sürürüyor. O yüzden hakkına ne konuşulursa konuşulsun yalanlamaz belki de gerçeklenebilir. Bu nedenle atış serbest. Bazılarımıza göre ise rüya, işte aşağıdaki gibidir. Herkese iyi bir haftasonu diliyorum.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Perfect Harmony..

Yetmişler yeşilçamında şarkı üzerine film çekildiği çok olmuştur. Epeyce arabesk şarkıcısının, parçayla aynı ismi taşıyan filmleri mevcuttur. Bu şehrin geceleri, Mavi Mavi.... gibi. Bazen ise filmler, içlerindeki atmosferine son derece uygun şarkılar barındırırlar. Öyle ki, o şarkı tam da o sahnede çalmasa o sahnede eksik olan kısımlar olduğunu düşünmeye başlayabilir izleyici. Hani Matrix'te Morpheous'un matrixi tanımlarken "orada olduğunu bilirsin ama ne olduğunu bilemezsin, beyninin içinde bir kıymık gibidir" sözlerine ithafen işte o şarkı tam da o sahnede çalmazsa o sahnede bir şeylerin eksik olduğunu bilirsin, belki çekim tekniği şahanedir, açılar kusursuzdur, replikler vurucudur ama eksiktir. Ne olduğu tahmin edilemeyebilir. İşte o müzik bazen bazı filmlere o ruhu katan muhteviyatın en mühim parçası oluverir. Bugün, müziği ile kafamda özdeşleşmiş sahnelere ve filmlere değineceğim biraz izninizle efenim. Buyrunuz;

10- Oy Oy Bir Tanem Azize (Kara Gözlüm): Herhalde bu filmi bilmeyeniniz yoktur. Bilmiyorsanız bir daha bu bloga ugramayın zaten. Fakir balıkçı kızı azize(Türkan Şoray) ile piano ve keman çalıp beste yapabildiği için rumuzunu sonuna kadar hakeden Chopin (Kadir İnanır)'in dolambaçlı hikayesini anlatır. Chopin'in daveti sonucu çalıştığı gazinoya gelen mahalleden, mikrofonu kapan Azize'nin sesleniriği "Oy Oy bir tanem Azize" isimli eser filmin en kilit sahnesiir. Çünkü bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır...Şarkıyı asıl seslendiren ise çoğumuzun malumatı üzerine Belkıs Özener hanımefendidir.


9- Suddenly I See (The Devil Wears Prada): Efenim geçen senelerde adından sıkça bahsettiren bu filmin açılış şarkısı olarak daha iyi bir tercih yapılamazdı herhalde. Kt Tunstall hanımefendinin bu kıpır kıpır şarkısı özellikle moda dünyasının devasalığına ve kuralcılığına eglenceli bakış açısıyla yaklaşmaya başlangıç için son derece ideal. İyi ki bu film bu parça ile açılmış.


8- Rule The World (Stardust): Son yıllarda izlediğim, duyduğum, dinlediğim ve inandığım en güzel masal olan Stardust filminin sonunda duyuyoruz bu parçayı. Sözlükte bir yazar bu parça için, "Stardust'ı masal yapan parça" demiş. Tamam belki bu biraz mübalağa, bu parça olmasa da stardust fevkalade bir masal olacaktı ama o başta bahsettiğim eksiklik hissi kendini gösterecekti hep..Bir masalın sonuna masal gibi şarkı..


7- Perfect Day (Trainspotting): Bu parçanın Trainspotting te çalındığını bilmiyordum ilk dinlediğimde. İlk dinleyişimde daha, yavaş ama acıtmadan adım adım öldürür diye geçiriyordum içimden. Sonrasında filmi gördüm, sahneyi gördüm..Ketum kaldım birden..You just keep me hangin' on der susarım..


6- Dört Kitabın Manası (Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?): Türk sinemasının çıkardığı nitelikli yapımlardan biri olan bu filmin öyle bir yerinde çalar ki bu şarkı, hani bazen düşündüklerinizi hislerinizi karşı tarafa aktarmak istersiniz fakat doğru kelimeleri bulamadığınızı düşünürsünüz, böyle bir durumda filmde tam anlamıyla o hissiyatı sonuna kadar verir ve doğru kelimelerdir..Çok yakışır o sahneye..


5- If You Want Me (Once): Bu şarkıyı ilk defa sevgili Os göndermişti bana. Sonrasında Once filminden olduğunu öğrendik. Şarkıyı sevmiştim, ilgili sahneyi izlediğimde ise tam anlamıyla tutuldum..i was paralayzed.. Filmi halen izlemedim ama bu parçanın çaldığı sahneyi her izlediğimde sessizce bakakalıyorum ekrana..


4- Naci En Alamo (vengo): Remedios Silva Pisa'nın 17 yaşındayken söylediği versiyonu ile Vengonun sonunda insanın içini dolduran eşsiz bir parça. Özellikle Vengo'nun sonundaki o yol sahnesi, yolun ve yolculuğun masalımsı bir sihri oluğunu düşünen beni hayran bırakıyor kendine. Elbette bu parça bu sahnenindir..Etkilemenin ötesindedir..


3- Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz (İstasyon): yerli sinemanın, karakteri izleyiciye verme açsından en başarılı senaryo örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum bu filmin. Üç günde yazılıp çekilmiş değil de üzerinde uzun uzadıya vakit harcanmış, filmdeki karakterlerin kendi dünyaları, düşünceleri ve kişilikleri müthiş alt metinlerle yazılmış gibi..Filmin benim açımdan en etkileyici sahnesi de, sonlara doğru çalan Eşkıya Dünyaya Hükümdar olmaz parçasının sahnesidir. Karakterler o kadar iyi yazılmıştır, konu o kadar iyi işlenmiştir ki o parçanın her notası, her kelimesi hikayeye ve karakterlere derinlemesine uyar..Zülfü Livaneli'nin bu düzenlemsi de mevzubahis parçanın gelmiş geçmiş en iyi düzenlemesidir gözümde.


2- Girl, You'll be a Woman Soon (Pulp fiction): Bir müzik bir sahneye ne kadar uyabilir sorusunun "en fazla işte bu kadar" diye gösterilecek cevabıdır gözümde. Mia Wallace ve Vincent Vega güzel bir akşamdan sonra eve dönerler. Mia eksikleri olan şeyin "müzik" olduğunu belirtir tam da ilk paragrafta bahsettiğim olguyu vurgularcasına.. Ve biraz geriye sarıp "play" tuşuna basar. İşte o noktadan sonra dans ederken müzik ile en yoğun bütünleşen kahramanın olduğu sahneyi izleriz. Paltosu gömleğiyle Mia Wallace'ın bu parçadaki dansı, sanki müziğin, şarkının bir elementi gibidir. Bütünleşmiştir. Hayran olduğum bir sahnedir o dans. Lütfen "I've been misunderstood for all of my life...but what they're sayin', girl, just cuts like a knife.." kısmındaki gömleğiyle, ceketiyle ve özellikle paltosuyla birlikte müziğin akışı ile nasıl bütünleştiğini izleyin Mia'nın..


1- Eğreti gelin (Eğreti Gelin): Bir filme yakışan parça nasıl yapılır sorusunun en belirgin cevabı..Barış Pirhasan'ın sözlerine Sezen Aksu'nun unutulmaz yorumu, Yerli sinemanın eli yüzü düzgün bu filmini bir kaç gömlek yukarıya taşır gözümde. Ayrıca benim en etkilendiğim sahnedir bu filmdeki şarkının çalındığı sahne. Parçanın da en büyük hayranlarından biriyimdir herhalde.. Öyle sözler var ki, tek satırla filme dair uyumu ya da vuruculuğu kat kat yukarıya taşıyor.."..Ali derim dünya döner.." "..Çocuk uyur, er uyanır koynumda.." "..Kırk düğüne bedel günahımız.." Muhteşem...Aşka dair duyguları tam anlamıyla veren, gerçekten tek satır olup da kitap kitap şey anlatan sözler..Anlayana..



Herkese iyi günler diliyorum..

Kısa Kısa..

*Pekala... efenim film festivali bitti. Bu son gün de iki filme biletim olmasına rağmen, Beşiktaş - Bursaspor maçına bilet bulamamam neticesine içimdeki futbol aşkını demlendirmek için Maltepespor - İstanbulspor maçını izlemeye Maltepe'ye gittim ben de. elbette o maça bahis yapmış olmamın etkisi büyüktü ta taksimden kalkıp maltepe ye ikinci lig klasman(jurgen klinsmaaan) grubu maçını izlemeye gitmiş olmakta. Maltepe'nin bende hatırası pek büyüktür. Dolu dolu bir çok haftasonum geçmiştir bir kaç yıl önce orada..Hani film festivalinin reklamında diyor ya efenim "bazı şeylerin kalıcı olduğunu bilmek güzel" diye, bugün maçtan sonra Maltepe'de dolaşırken tanıdık yerleri görmek de "güzel" hissettirdi.

* Öte yandan futbolla ilgili olarak, erkekler üzerinde genelleyerek "ne zevk alıyorsunuz 22 adamın bir topun peşinden koşmasından" sözünü kullanan fakat sonrasında küfür ettiğimde beni seksist olmakla itham eden seksistlerden pek hazzetmiyorum. Şimdi bunun ne alakası var ana konuyla bilmiyorum. Öyle söyleyesim geldi.

* Hayatında bir kez bile(banliyö treni bile olur) tren yolculuğu yapmamış insanlardan hafif çekiniyorum.

* Daha önce yazmışımdır belki ama bu ağa camiinin sokağındaki Beyoğlu Pastanesinin simitleri çoğunlukla pek bir leziz oluyor.

* Eskiden, çoğu korsanlardan olmak üzere satın aldığım Vcd leri buldum Edirne'ye gittiğimde. Pek bir mutlu oldum eski filmlerimi görmekten. Çoğunu aldığım günü bile hatırlıyorum.. Hayat, olmadık zamanda, garip ama huzurlu hislere yönlendirebilecek kadar heyecan verici bazen..

* Şebnem Dönmez nerelerde acaba. Onu bir dizide veya filmde izlemek isterdim.

* Soşo ligin son haftalarıan yine sıkıntılı girdi ama bizi heyecandan heyecana sürükleyerek ligue 1 de yine tutunacaklarına inanıyorum. Soşo ulan!

19 Nisan 2009 Pazar

16 Nisan 2009 Perşembe

Festival Günlüğü (Le Plaisir de Chanter)

Festivalin sonuna yaklaştıkça izleyici sayısında bariz bir düşüş gözüme çarpıyor bu aralar. İkinci haftasında izlediğim filmlerde, salonlar ilk haftaya göre oldukça boş gibi göründü diyebilirim. Elbette %70 lerde bir doluluk oranı bu düşük izleyici fakat ilk hafta bu oran %90ların üzerindeydi. Neyse efenim, festivalde, şu ana kadarki en büyük hayal kırıklığım bu film desem yalan söylemiş olmam herhalde. Festival öncesi program yaparken de oldukça ilgimi çekmesine rağmen umduğumu pek bulamadım La Plaisir de Chanter(Şarkı Söylemenin Keyfi) isimli komediden.

Bildiği bir sır yüzünden öldürülen bir adamı araştıran iki polis memuru bu adamın dul eşinin de sırlardan bir kaçını bilebileceği üzerine yoğunlaşıp onun kayıt olduğu şan ersi grubuna giriyorlar öğrenci olarak. Sonrasında, gruptaki her biri nevi şahsına münhasır öğrenciler arasındaki lişkiler, bol bol gişe esprileri ile örülü bir komedi izliyoruz. Bu filmin festivale seçiliş amacını merak ediyorum cidden. Filmin oyuncusu geldi bugün salona ve kısa bir söyleşi yaptı. Onun için midir acep? Her ne nednele olursa olsun bence festivale yakışan bir film değildi "Şarkı Söylemenin Keyfi".

15 Nisan 2009 Çarşamba

Smart Blogger

Bir süredir blogger semalarında rastladığım bu mimimsi aktiviteyi kullanarak sevgili S beni smart blogger ödülüne layık görmüş. Cansın S, çok net!

Şimdi bu ödülü alınca ne yapmamız gerekiyor ona bir bakalım efenim.

1- ödülü size veren kişinin linkini yazmalısınız.


Sevgili S beni ödüle layık gördü. Buyrunuz efneim; http://www.prettyinblog.com/

2- ödül verdiğiniz kişileri yazmalısınız.

Ödülü sevgili marika, renklikalem ve onun mucize blogu ile deep sound a vermek istiyorum. Ödülü verene geri gönderme şansım olsa idi sevgili S ve daha önce bu konuda mimlenmemiş olsalardı os ve B ye de bu ödülü vermek isterdim.

3- bu ödüle layık gördüğünüz kişilere bunu bildireceksiniz.
Emredersiniz!!!

Festival Günlüğü (La Mujer Sin Cabeza)

İki günlük bir aranın akabinde, festivale geri döndük. Dün biletim olmasına rağmen iki filme gidemedim vakitsizlikten ötürü. Kısmet diyeceğiz artık. Bu sabah da Gümüş Ülke, Altın Sinema: Arjantin teması kapsamındaki LA Mujer Sin Cabeza(Başsız Kadın) isimli filmi görme şansım oldu.

Efenim, Donnie Darco'yu izlediniz mi bilmiyorum. Hani arkadaş tavsiyesiyle değil de konusu hakkında pek fikir sahibi olmadan, "olm doni darko diye bir film var süper konu, beynin ebesini sikerten bir senaryo yazmış adamlar" tarzı öneriler haricinde hakkında bir şey bilmeden ilk defa izledikten sonra verilen "ne ki bu şimdi" tepkisine benzer bir tepki ile ayrıldım salondan. "Ne ki bu şimdi". Kesinlikle tekrar izlenmeli ufak da olsa bir şeyler anlayabilmek için bu filmden herhalde. Arjantin sinemasında David Lynch izleri sezinlemeim değil hani. Hayır festival kitapçığında, internet sitesinde de sıkmışlar "sınıf ayrımcılığı, negatif uyanış" falan diye. Yanlış filme mi geldim acaba diye bile düşündüm. Kim hazırladıysa bu filmlerin özetlerini kendisini tebrik ediyorum ben.

Efenim filmde ellili yaşlarında olduğunu tahmin ettiğimiz Vero isimli diş doktoru bir gün yolda giderken arabasıyla bir şeye çarpar. Bu çarptığı şeyin ne olduğunu göremeyiz. Filmin bir kısmı bu çarpılan şeyin başıboş bir hayvan mı yoksa bir insan mı olduğuna dair şüphelenmelerle geçerken, aynı olayların ardı ardına tekrarlandığı sahneler izliyoruz. Örneğin, saksıcı adam ile diyaloglar, arabalarını yıkamaya gelen çocuk ve yağmur ile sele dair konuşmaların olduğu sahneler. Filmin sonuna doğru ise, bu olayların hiçbirinin yaşanmamış olabileceği idesi üzerinde duruluyor. Açık konuşmak gerekirse bir şey analamadım ben filmden. Tekrar izleyebilirsem daha rasyonel değerlendirme imkanım olabileceğini düşünüyorum. Tek seyirlik filmlerden değil kesinlikle. Herkese iyi akşamlar diliyorum.

14 Nisan 2009 Salı

İşte ben Böyle Bir Hal İçindeyim

Hiç Giresun'a gittiniz mi bilmiyorum. Ben gitmedim de... Bir gün, ayrı şehirlerde olduğum kafa dengi bir arkadaşım ile ikimizin de daha önce gitmediği bir şehrin otogarında buluşmak isterdim..

Günün melankolisi;
<

12 Nisan 2009 Pazar

Festival Günlüğü (Tulpan, El Nino Pez, Flammen & Citronen)

Efenim festival tüm coşkusuyla devam ediyor. Bu repliği de içeren festival tanıtım filmini oldukça beğendiğimi söylemek isterim bu yıl. Sonlara doğru emek sinemasındaki, yer gösterici abinin çıkması ise güzel bir düşünce olmuş. Neyse efenim festival kapsamında dün Tulpan ve Elnino Pez(Balık Çocuk), bu sabah da Flammen & Citronen i izleme şansım oldu.

İlk film olarak dün seyretme imkanı bulduğum Tulpan'dan bahsedeyim. Bir çok festivalden ödülle dönmüş bu yapımdan ben de girmeden evvel oldukça büyük beklentiler içerisindeydim. Nitekim beni hayal kırıklığına uğratmayarak beklentilerimi karşıladı. A Nyomozo'nun bir gün önce zirveye oturduğu "festival kapsamında gördüğüm en iyi filmler" listemde(böyle uzun isimli liste olmaz olsun) zirveyi zorladı diyebilirim. bir süre kararsız kaldım acaba A Nyomozo'yu zirvende indirebilir mi diye. Nitekim çok yakın puanlarla A Nyomozo zirvedeki yerni korurken Tulpan'ı ikinci sıraya yerleştirdim. Film Kazakistan'ın iç topraklarında geçiyor. Her yer step ve bozkır. En yakın şehir 500 km uzakta. Bu topraklarda göçebe yaşamın yanısıra hayvancılıkla geçinen bir aileye konuk oluyoruz. Asa, ablası, ablasının kocası ve onların üç çocuğundan oluşan bir aile. Asa, gerçekten hayvan bakımı otlatma gibi konularda son derece yeteneksizdir fakat artık yaşını başını da almıştır. O yöreye göre evlenme çağındadır. Civardaki tek evliliğe uygun aday ise Tulpan isimli hatundur. Bir yandan bu hikayeye girerken aslında birbirine yedirilmiş bir çok katmanı bulunan konuyla güldürmeyi başaran, zaman zaman derin düşüncelere daldıran, kültüre pek yabancı olmadığımız için de anında içine çekebilen bir film Tulpan. Filmi izlerken kafama takılan bir başka düşünce ise, bu filmin sürekli ödül almasının nednelerinden biri Kazakistan'da bozkırda geçiyor olması diye düşündüm. Bu film Almaata da geçseydi pek bir isim yapabileceğini sanmıyorum. Genelde batılı ödül vericilerin doğu filmlerini izlerken farklı şeyler görmek istediği kanaatine kapıldım. Şimdi derin derin açmayayım ama biraz da kızdım kendilerine. Hoş..tavşan dağa küsmüş :) Başka gösterimi kaldı mı bilmiyorum ama fırsatınız varsa mutlaka görün efenim.

Dün izlediğim ikinci film ise Gümüş Ülke Altın Sinema: Arjantin temasına dahil olan El Nino Pez(Balık Çocuk) isimli filmdi. Arjantin teması kötü film çıkarmıyor diyebilirim. Yine beğendim ama en iyiler arasında gösterecek kadar değil. Yine de eli yüzü düzgün film denir ya, aynen öyle. İyi bir film. Açıkçası Saving Face isimli filmde iki genç kızın fırtınalı aşkı temalı yapımlar kotamı doldurmuştum bir iki yıl önce. Zaman zaman saving face'i hatırlatsa da kendi duruşunu ortaya koyabilmiş film. Öte yandan genç kızların ikisi de oldukça başarılı oyunculukları ile göz dolduruyorlar. Bir de filmin sonunu pek beğendiğimi söylemek isterim.

Bu sabah izlediğim film ise bir çok ünlü simâyı da salonda filmi izlemek üzere yerini almış olarak gördüğümüz Flammen & Citronen isimli filmdi. Bunda pazar sabahı olması ve "yönetmenin katılımıyla" şeklinde yayınlanması planlanmış olmasının etkisi büyüktü elbette. Yalnız yönetmen değil de filmde Ateş rolünü oynayan abi gelince şaşırdık biraz. Neyse efenim filmi ben pek beğenmeim genelin aksine. İkinci dünya savaşında Almanlara teslim olup topraklarını savaşmadan açan Danimarka da geçiyor film. Özgürlük birliği hareketi vasıtasıyla ve İngilizlerden de gelen yönlendirmeler sonucu, kilit pozisyondaki Nazileri öldüren Ateş ve Citronen in çevresinde geçiyor film. Bir çok benzer film gibi, şaşırtıcı sürprizlerle dolu olan filmde sevdiğim yön, ikinci dünya savaşı temalı propoganda filmlerinin aksine Almanları sürekli yerden yere vurmamasıydı. Onun haricinde ekstra hiç bir şey göremedim ve aynı tarzda çok daha başarılı örnekleri bulunan bir yapım olarak niteliyorum kendisini.

Salı gününe kadar festivale ara veriyorum efenim. Malum sınavlar dolayısı ile yarın İzmit'te olacağım. Herkese iyi günler diliyorum.

10 Nisan 2009 Cuma

Festival Günlüğü (A Nyomozo)

Efenim bugün izlediğim A Nyomozo(İz Sürücü) filminden sonra, beğendiğim filmler sıralaması yine değişti ve A Nyomozo tepeye oturdu. Yeni sıralama;
1- A Nyomozo
2- La Rabia
3- Easy Virtue
4- Leonera

şeklinde artık. Bakalım çok şeyler beklediğim ve haftasonu görmeyi planladığım Tulpan neler getirecek.

Efenim, modern bir kara mizah örneği olarak gösterilebilecek bu film aslında tam da kara mizah sayılmaz. İksv'nin sitesinde yazdığı gibi aslında, her çeşitten biraz var filmde. Hiç beklenmeyen yerlerde kuvvetli kahkahalar attırırken bir yandan dedektifçilik oynamaya soyunduran, bir yandan da ara ara gerilim dozunu ortaya serpiştiren başarılı kurgusu ve senaryosuyla dudak ısırtıyor film. Filmin sonunda seyircinin içtenlikle yaptığı alkışları da fazlasıyla hakediyor bence. Fırsatınzı varsa haftasonundaki son gösterimini kaçırmayın derim.

Konuya gelirsek, annesinin hastalığı neddeniyle, onu tedavi ettirmek için Stockholm'e yollayacak parayı, kendisine bir gün çıkagelen "tepegöz"ün teklifiyle, birini ölürerek almaya çalışan tibor filmimizin ana kahramanı ve yaratılmış en şahane karakterlerden biri. Her türlü soruya rasyonel cevaplar verip, "date"i olan hatun ile her gece sinemaya gidip daha sonraki aşamaya geçemeyen, daha doğrusu geçmeyen bu karakterin kafasında yaptığı düşünce ve sonuca ulaşma çalışmalarındaki görüntüler de yaran cinsten. Neyse efenim, Tibor tepegözün teklifini kabul eder ve daha sonra da kendisine bir mektup gelir. Bu mektup kurbandandır ve içinde çok ilginç bilgiler vardır. Bu bilgiler sonrası dallanıp budaklanan konu bizleri hem zeka ürünü bir dedektiflik hikayesine hem bol bol kahkahaya ve aksiyona götürür. fırsatınız varsa son gösterimi mutlaka görün efenim.

yarın da bir aksilik olmazsa "Tulpan" ile "El Nino Pez (Balık Çocuk)" i göreceğim. Bakalım listede kendilerine nerede yer bulabilecekler. Herkese iyi geceler diliyorum.

9 Nisan 2009 Perşembe

Festival Günlüğü (La Rabia, Leonera)

Sözlükte çok güldüğüm bir başlık var. "bir oral seks yap da kendimize gelelim" diye bir başlık. Bu başlığa gönderme yaparak şunu demek isterim ki bir Arjantin çek de kendimize gelelim ey festival. Gümüş Ülke Altın sinema: Arjantin kapsamında gördüğüm iki film, sinema izlediğimi hatırlattı bana festivalde. Kendimize geldik. Öte yandan filmlerden sonra eve geldiğimde bir de sezonun en iyi bölümlerinden birini göstermiş olan Lost'un yeni bölümünü de izleyince seyir açısından fazlasıyla tatmin edici bir gün geçirdim. Ders mers çalışacak durumda değil kafam bu akşam hiç :)

Günün ilk filmi, aynı zamanda şu ana kadar festival kapsamında gördüğüm en sağlam film, La Rabia(Öfke) isimli yapımdı. Altın sinemadan altın bir örnek. Fazlaca sert, oldukça dolu, söylemek istediği etkileyici sözleri olan, konu aralarına serpiştirdiği çizimlerden oluşan kısa görüntülerle de bir çok hikayeyi anlatan yapım. Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse, Arjantin in bir köyündeki iki küçük çocuğu merkeze almaya çalışan ama genel olarak onların ailelerinin psikolojini perdeye seren bir konu diyebiliriz. Dilsiz olan kız Nati ve Laedea isimli çocuğun arkadaşlığının ötesinde Nati'nin annesinin Laedea'nın babasıyla olan ilişkisini de görüyoruz. Hatta öyle ki bu sevişme sahneleri daha ilk gösterildiği anda salona gelen namuslu hanımkızceğizlerimizden(author mode on :) bazıları salondan koşarak çıkıp kendilerini bu ahlaksızlıktan kurtardılar. Sevişme sahnelerinin ötesinde köy hayatının, doğal yaşamın şehirde yaşayan birine göre vahşiliğine bana göre doğallığına adaptasyonunu da net biçimde gördük. Özellikle hayvanların kesildiği ve öldürüldüğü bazı sahnelere midenin dayanması kolay değildi. Buna rağmen şunu belirtmek isterim ki filmin başında "bu filmdeki havanlar doğal biçimde yaşayıp ölmüşlerdir" yazısından sadece çekim için bu hayvanların öldürülmediğini görüyoruz. Bana göre filmin en etkileyici sahnesi onca kesip biçmeyi çocukların önünde yapmanın akabinde resim çizen Nati'ye annesinin "bunları değil, çiçek, böcek, güneş çiz ki öğretmenin seni sevsin" demesiydi. O sahneden fazlaca etkilendiğimi söylemek isterim. Bir de filmi izlerken, Nati'nin Pichon'u vuracağını düşünmeye başlamıştım ama annesiyle sevişmesinden ötürü değil, Laedea'yı dövdüğü için. Neyse efenim cumartesi 19.00 da Rexx'te oynayacakmış tavsiye olunur bu son gösterim cümleten ama sert görüntüler olduğunu yeniden tekrar edeyim.

Günün ikinci filmi Leonera(Aslan İni) idi. Gümüş ülke Altın Sinema: Arjantin kapsamında ilk gösterimi yaptı bugün. La RAbia'dan sonra biraz hafif kaldı tabi ama Easy Virtue ve La Rabia hariç izlediğim diğer filmlerden çok daha fazla begendiğimi belirtmek de isterim. Film Julia'nın apartman dairesinde bir kaç ölü adamı farketmesi ve akabindeki telefon konuşmasıyla açılıyor. Sonrasında, Julia o kişileri öldürmekten tutuklu olarak yargılanıyor. Tutukluluk esnasındaki kontrolde hamile olduğu ortaya çıkıyor. Konu buradan sonra o olayın(cinayetin) neden yaşandığı ekseninden, bir anne - çocuk ilişkisine dönüşüyor ve Julia'nın hapse girdiği olayın asıl yüzünü öğrenemiyoruz. Zaten filmin derdi de o değil. bugüne kadar hapishaneye ve hapishane yaşamına dair bir çok film ve dizi izledik. İlk aklıma gelenler, Duvar, Oz, Prison Break ilk sezonu, The Last Dance gibi yapımlar. Ama hiçbirinde hapishanede doğum ve hapishanede doğum yapan annelerin durumu ele alınmamıştı. Film genel olarak bu konunun üzerinde duruyor. Julia yıllar süren yargılanma aşamasında çocuğunu doğuruyor hatta bir kaç yıl da büyütüyor. Kanunlar gereği dört yaşından itibaren anne hapiste kalacaksa çocuk öncelikle bir akrabaya verilebiliyor eger akraba yoksa veya akrabalar çocugu almazsa da yetiştirme yurduna konuluyor. Julia'nın annesi çocuğu sahiplenirken Julia bu durumdan pek de hoşnut kalmıyor aslında. Fırsat bulunursa izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum daha fazla anlatmadan konuyu.

Akaşm eve gelince de Lost, adeta beni ekran başına kilitleyen bir bölümle karşıma çıktı. Beşinci sezonu çok iyi gidiyor bu dizinin gerçekten. Yakında diziler için bir sezon sonu öncesi değerlendirmesi yapmayı düşünüyorum. Orada detaylı olarak değinmek istiyorum Lost'un beşinci sezonuna da.

Yarın da festival kapsamında A Nyomozo(İz Sürücü) filmini izleyeceğim kısmet olursa. Herkese iyi geceler diliyorum.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Festival Günlüğü (I Married A Strange Person, Brudguminn)

Efenim dün planladığım filmleri izleme şansım oldu. Ayrıca yeni programıma göre bilet almak için harekete geçsem de şiddetle görmeyi arzu ettiğim "$9.99, Sunshine Cleaning, Revanche ve Milk" e hiç bir yerde boş yer kalmamış bile çoktan. Neticede alabildiklerimi aldım bu filmler dışında. Ha bir de Yaz Saati var tabi. Ona da boş yer kalmamış. Bu sene ödüllerin favorisi olarak gösteriliyor bazı sinema yazarları tarafından lakin izlemek kısmet olmayacak bana.

Neyse efenim dün de iki filmi görme şansım oldu daha önce belirttiğim gibi. Bunlardan ilki Bill Plympton Canlandırma sineması temasına dahil olan "I Married A strange Person" isimli canlandırma filmiydi. Bilmiyorum daha oynayacak mı ama gidip görmenizde yarar var diye düşünüyorum. Ben filmden çıktığımda, izlediğimden oldukça memnun haldeydim. Hatta dvdsini bulmanın pek mümkün olmaması nedeniyle tekrar izlesem muhtemelen bir sürü, titizlikle iliştirilmiş ayrıntı bulunacak film diye düşünüyordum. Filmde bir takım nesneleri arzu ettiği başka bir nesneye dönüştüren Grant'ı izliyoruz. Elbette sonradan onun peşine takılan, ratingleri yerde sürünen medya patronunu da görmek mümkün. Filmin bomba sahneleri, Grant'in vefalı eşinin sürekli olur olmaz her yerde "son günlerde çok değişti" demesi ile, medya patronumuzun Grant'i bulup getirmesi için tuttuğu albay ın ateş etme merakıydı. Oldukça eğlendiğimi söylemek isterim kısaca bu filmde.

Günün ikinci filmi akşam 19.00 da gösterilen Brudguminn(Belalı Düğün) isimli İzlanda da geçen yılın gişe şampiyonu filmdi. Her ne kadar Recep İvedik izleyen öküzdür ayıdır gibi genellemeleri sevmesem de iki ülkenin box office listelerinde tavan yapmış yerli yapımları kıyaslıyor insan, ister istemez. Tabi ki her ülkenin kendi izleyicisinin özellikleri vardır perdede görmek istediği. Abd seyircisinin güldüğü duruma izlanda seyircisi gıkını bile çıkartmaz bazen. Yine de filmde eğlendim fazlaca. Öncelikle İzlanda da bir ada köyünde geçiyor film ve o manzaraya vurulmamak mümkün değil. Öte yandan gelinin annesinin para merakı ve son anlarda yaptığı buzdolabı pazarlığı yerlere yatırırken, damadın arkadaşı ve gelinin babasının opera merakı, rahibin bahtsızlığı oldukça eğlendirdi beni. Elbette bu film bir festival filmi değil bence. Bir çok sahnenin veya diyaloğun gişe için konduğu görülebiliyor yine de niteliksiz abd ve türkiye komedilerinden bin kat iyi.

Efenim bir günlük aradan sonra yarın da, gümüş ülke altın sinema arjantin temasına iki filmle giriş yapacagım bir aksilik meydana gelmezse. Bunlardan ilki La Rabia(Öfke) ve ikincisi de Leonera (Aslan İni). Bakalım heyecanla beklediğim bu tema bizlere neler gösterecek. Herkese iyi seyirler diliyorum.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Festival Günlüğü (Tatarak, La Belle Personne, Easy Virtue)

Efenim gecikmeli de olsa festivale başlamış oldum ben de bugün. Halen verip şu illetten kurtulamadığım üç dersim var ve sınavları, seçimler nedeniyle de tam festivalin ortasına ertelendi. Fak! Hem de Edirne'ye gitmeye karar verdiğim için önceden bilet almadım. Yeni bir program yapıp film sayısını düşürmek durumunda kaldım. Yeni programın ilk günü olan bugün doğaçlama tercihler ile, bugün, yarın ve perşembe için biletlerimi aldım sabah Emek sineması gişesinden. Tahmin ettiğim gibi görmek istediğim bazı filmlere yer kalmamış.

Neyse efenim sabah izlemek istediğim film Tatarak(Sazlıkta) için Atlas sineması gişesinde bilet kalmadı denirken Emek sinemasındaki ana gişeye uğradığımda yer olduğunu öğrendim ve şahane bir yerden de bilet alıp daldım. Tatarak'ı izlerken iksv ye oldukça kızdığımı belirtmek isterim, internet sitesinde filmin sonu yazılı direkt olarak. Öte yandan filmde, izlediğim ilk film olduğu için hoşgörülebilse de vasatın üzerinde gösterilebilecek yön göremedim. Yani tamam filmin sonu yazılı ama oradaki duyguya bakacaksın ceku denirse de özellikle seyirciyi içine almaya çalışan daha doğrusu seyirciyi kendi duygusuna çekmeye hiç de çalışmayan bir film. Bu yönüyle sıradışı görünebilir ve sadece kendi derdiyle ilgilendiği tezi ortaya konulabilir. Yine de 6/10 u geçebilecke bir puanı olacağını söylemek zor.

Günün ikinci filmi Yeni Rüya sinemasındaki La Belle Personne (Güzel İnsan) idi. Tatarak'ta uğradığım düş kırıklığını temizlemeyi başardı diyebilirim. Annesinin ölümünün ardından yeni bir okula gelen Junie ile genç İtalyanca öğretmeni Nemours arasındaki "gizli" ilişkiyi kendine şiar eden film, bu ilişkinin ötesinde son bölümlerinde allak bullak eden entrikaların ve planların gösterilmesi ile izleyiciyi oldukça şaşırtmayı başardı. Açıkçası filmin sonunda Junie okulu terk ederken de bunun bir entrika olduğunu düşünüp vapurda her an Nemours'u görebilmeyi beklesem de o kadar ileriye gidilmemiş. Alt metin olarak da Junie'nin bir çok yol ayrımından mütevellit seçimlerinde hiç birisini seçmemeyi seçmesini başarılı biçimde ortaya koyuğunu düşünüyorum. Asıl üzerinde durulması gereken noktanın ise Otto'nun intiharı olduğunu düşünüyorum. Filmde hem Junie'nin annesinin ölümü hem de Otto'nun intiharının üzerinde pek durulmamasına rağmen, derdini ortaya koymasında bu iki olayın çok önemli yeri olduğu kanaatindeyim.

Günün üçüncü filmi, 1920'lerin İngilteresinden şahane bir "british comedy". Easy Virtue(Evlilik Sınavı), bir yandan klasik britanya tiyatrosunun havasını yakalamayı başarırken, mizahi yaklaşımıyla da İngiliz mizahının inceliklerini ortaya koyuyor. Günün en beğendiğim filmi oldu Easy Virtue. Tavsiye etmek istememe rağmen, festivaldeki son gösterimi oluğunu gördüm. Umarım festivalden sonra gösterime girer ve bir kez daha eğlenceli bir 90 dakika geçiririz. Sık sık birinci dünya savaşını laf arasında metinine sıkıştırsa da sırıtmamayı başararak eli yüzü düzgün bir film çıkarılmış ortaya. Bu film için söyleyceğim tek şey, eğer klasik britanya tiyatrosunu ve mizahını seviyorsanız bu filme bayılacağınızdır.

Yarın da 11.00 de emek sinemasında, Billy Plympton'ın canlandırma sineması kapsamında "I married a strange person" ve 19.00 da İzlanda'dan "Belalı Düğün" ü izleyeceğim şidetlenmezse karın ağrım. Yok yok şiddetli de olsa bilet aldım ya giderim artık lşsfalşsdflşks

5 Nisan 2009 Pazar

Dream A Little Dream Of Me


İlkokul Türkçe kitaplarında bizim zamanlarımızda bir hikaye vardı. Hani şu akabinde "Okuduğumuzu Anladık mı?" kısımları da bulunan bir okuma parçası. Kadının biri ilokula giden çocuğunun beslenme çantasına sandviçini koymayı unutur. Ne yapsam ne etsem de ulaştırsam diye düşünürken yanında çalışan hizmetçi kadına sandviçi verir ve "bunu okuldaki en güzel çocuğa ver" der. Neyse efenim gel zaman git zaman çocuk akşam eve geldiğinde annesine beslenme çantasında sandviçinin olmadığı söyler anesi de sandviçini yolladığını söyler fakat oğlan kendisine bunun ulaşmadığını belirtir. Ertesi gün anne hidetle, yanında çalışan kadının karşısına dikilir ve azarlamaya başlar fakat kadın "e okuldaki en güzel çocuğa ver dediniz, baktım baktım en güzel çocuk benim çocuğumdu ben de ona verdim" der.. Bu hikayedeki gibi ne kadar dönüp dolaşsam da benim için en güzel şehir Edirne'dir. Her türlü hayalimin kök saldığı, masal kokusuyla ve görünümüyle, ilk gençlik heyecanının tozlu hatırasıyla ve uçsuz bucaksız bir kaf dağına çıkan yolun başlangıç patikasıyla vazgeçilmezim..

Yola çıktığım andan itibaren, yolda olmayı ne kadar özlediğimi farkettim. Yol...En güzel düşüncelere ev sahipliği yapan yer..Kim bilir ne düşler anlatırdı sorsam. Akşamüzerine doğru trakya kızıllığındaki havada, her türlü müziğe bir hikayenin kafada canlanabildiği spirited away filmindeki üretim yeri gibi..

Masal şehrinde ailenin yanında olmak..Uzun süreden sonra anne eliyle yapılmış Pırasa böreği yemek.. En güzel lahanadan yemek. Sevmek..

Edirne'de çarşıya çıktığım ilk gün elbette ki dünyanın en güzel köftesinin yapıldığı köfteci osman abiye akın ettim. Yanımda üniversitedeki How I Met Your Mother grubumuzda olan, şu sıralar Edirne'de öğretmenlik yapmaktaki arkadaşım vardı. Daha ilk buluştuğumuz andan itibaren "nereye gidiyoruz" sorusuna, Osman abinin köftelerine doğru hızlı adımlara kalkışmış olan ben sadece imalı kafa sallayarak cevap verdim. ldşfdlsfla. Elbette Osmana.. Dünya üzerindeki orgazmik tadlar top 10'i yapılsa mutlaka ilk üçte bulunacak olan bu caaaaaaanım köfteleri afiyetle yedik elbette. bir diğer burunda tüten lezzet olan, Tava ciğeri ise ertesi güne bıraktık.

Şimdi bilmeyenler için söylemek gerekirse bu tava ciğer, Edirne'nin yöresel lezzetlerinden biridir ve normal ciğerden çok çok farklıdır. "Ben ciğer yemem" diyen bir çok arkadaşımın sonunda parmaklarını yediğine bir çok kez şahit olmuşumdur. Güneşin doğuşuna binlerce kez şahit olduk şlfklşsdkflsşalflşsa. Elbette ki Edirne'de tava ciğer denince tartışmalı da olsa genelde ya ciğerci aydın ya da ciğerci kazım tercih edilir. Benim tercihim Aydın abinin ciğerleridir. Orada da tava ciğer hasretimizi giderdik ertesi gün..Hımmmm. Lezzzziz.


Saraçlar Caddesinin yeni düzenlemesini pek merak ediyordum, fotoğraflarını gördüğümde yine yeni yeniden bu masalımsı şehre aşık olmuştum...Sanki bir masal kitabından fırlamış gibiydi. Gidip gördüğümde de yine hayran kaldım..Bu cadde bu kez dünyanın çeşitli yerlerinden izler taşıyan şahane bir koreografi olmuş. Caddenin ortasındaki Rönesans dönemini yansıtan heykelleri ve şelalesi, binaların tarihi özelliklerini korumuş olmaları, güneş açınca dışarıya sandalyelerini atmış cafelerin ve caddenin en baştan bakınca parisi anımsatması, ortadaki london cafenin her türlü dekorasyonu ile britanya havasını vermesi ama dışardan onun da paris görüntüsüne ayak uydurması, nostalji treni denilen ama trenle pek de alakası olmayan alet ile tayland tandansı ve elbette ki Edirne'nin kendi otantikliğinin de bütünleşiminin ortaya çıkardığı muazzam bir yer olmuş Saraçlar Caddesi.

Onun yanısıra elbette ki akşama doğru Meriç'in kenarına oturup Emirgan'da bir kadeh bira içmeden olamazdı. Türkiye'nin meriç nehrinin batısında kalan tek toprağı olan ve Lozan'da savaş tazminatı olarak alınan Karaağaç tarafından Türkiye'ye bakmanın güzelliği..

Aslında haftanın en güzel günleri köydeki günlerdi diyebilirim. Büyükannemlerin yanına köye giip iki gün kaldım. Kış aylarında doğanlar, en çok kışı severmiş derler. Doğruur ki ocak doğumlu biri olarak en sevdiğim mevsim kıştır lakin ilkbaharın güzelliğine de vurulmamak mümkün değildi..Her şeyiyle yeniden doğuşun simgelendiği bu mevsimde, tomurcuk tomurcuk açmaya başlamış, emeklemeye çalışan bir bebek gibi olan ağaçlardaki hayatın yeniden doğuşunu görmek yaşıyor olmanın güzelliğini gösteriyordu şüphesiz. "Hayat dolu olmak". İşte o deyim ilkbaharda yeniden hayata dönen ağaçlarda çiçeklerde tamamen ortadaydı. Ne yazık ki köye giderken fotoğraf makinamı almayı unutmuşum..

Her neyse efenim, netice itibarı ile bugün geri döndüm İstanbul'a, fikrim Edirne'nin seyir defterinde(A Tribute to Yılmaz Erdoğan:)) Yarından itibaren, vermem gereken iki dersin sınavları için hazırlanmaya başlayacağım. Festival falan yalan oldu ama bir yanda Edirne'ye gitmek bir yanda festivali koysanız Hiç şüphesiz Edirne'ye gitmeyi seçerdim. Seçtim de. Herkese iyi günler diliyorum.