30 Mart 2009 Pazartesi

Van Minüt

İstanbul'da Kemal Bey, CHP'nin burada alıp alabileceği en yüksek oy oranlarından biriyle kaybetti. Beyoğlunda'da, şüphe uyandıran biçimde Ahmet Misbah Demircan ve saçları yine kazandı maalesef. Ben Edirne'ye gidiyorum canlar. Daha da durmam Beyoğlu'nda :) Şaka lan şaka, sen durmazsan ben durmazsam nasıl kesilecek o saçlar ksdlfşsal. Ama cidden bir haftalığına yokum ben. Memlekette kafa dinleyeceğim biraz. See ya!

29 Mart 2009 Pazar

28 Mart 2009 Cumartesi

Aradım Aradım Bulamadım #2

Evet sevgili okuyucu ve yaratıcı google arayanları, yine ağzımın açık kaldığı arama örnekleriyle karşınızdayız efenim. Analytics bizlere yine çok güzel bir keyword raporu sunmuş. Hemen görelim sevgili kullanıcılarımızın bazıları hangi kelimeleri aratarak bloguma ulaşmışlar.

* Müjde Ar: Tamam bunun ilginç bir yanı yok lakin memlekette ne kadar çok müjde ar araması yapılıyormuş onu görüm. İlgili yazıyı yazalı daha bir hafta olmamasına rağmen siteye ulaşılan aramalarda ikinci sıraya çıkmış. Vay anam vay serhat yahu.

* Am İkişi: Evet sevgili arayıcım. Biliyorum zangır zangır titriyor vücudun, fantezi dünyan fokur fokur kaynıyor. Aradığını burada bulamamana üzüldüm, daha spesifik kelimeler yazmanı tavsiye ediyorum. İkiş ne bir kere, ellerin titremesin az heyecanını bastır.

* Erhan güleyüz Kadıköy: Bu da ilginç bir arama ve hangi yazıma ulaştığını çok merak ediyorum. Erhan Güleryüz ile ilgili yazdığım bir yazı anımsamıyorum ama hayırlısı. İlahi google sen adamı öldürürsün.

* Hayatı Heyecanlı Tutmak: Hemen Cosmopolitan dergisine üye oluyorsun sevgili arayıcım. Parteniriz ile hayatınıza katacağını heyecanları öğrenebilirken ilişkinize dair testleri de cevaplayarak birbiriniz aldatıp aldatmadığınızı öğrenebilirsiniz.

* A Şehrinden kalkan bir otobüs b şehrine: Sevgili arayıcım, görüyorum ki Öss'ye hazırlanıyorsun. bu tür soruları çözmek çok kolaydır genelde. Hızların en büyük ortak katını bulup onu belirli bir zaman birimine denklerseniz yolda geçen zamanı rahatlıkla bulabilirsiniz.

* ankara son otobüs 23.15: neyi aradığını çok merak ettim sevgili arayıcım. hem saat belirtip hem de son otobüs şeklinde arama yapmak bizleri nereye götürür bilemiyorum.

* aradım porna bulamadım: porna diye ararsan bulamazsın sevgili arayıcı. seni görünce neden diğer kullanıcıların porno gibi kelimeler yerine am ikişi sokuş kelimeleri tercih ettiğini anladım.

* avrasya maratonu nereye konuşulmakta: sevgili arayıcım. Cansın. bir kere google ile muhabbet eden örnek bir arayıcısın, ikincisi ne aradığına dair en ufak bir fikrin yok. öpüyorum seni. buraya konuşulmaktadır uşağum gel.

* az bir ücretle bedava müzik: antik çağ mantık filozofları seni incelemeli bence sevgili arayıcım. hem az ücretli olup hem de bedava olabiliyorsa bir müzik, kuantum fiziğini yiyip bitirmiş olduğunu kabul ediyorum. teorik fizikçiliğe dair akademik kariyerinde başarılar diliyorum.

* blair waldorf saç şekli nasıl yapılır: hemen tarifini veriyorum sevgili arayıcım. önce saçını badem yağıyla bir güzel yıkıyorsun, sonra google a girip "revenge" yazıyorsun, çıkan ilk sonuca giriyorsun.

* deniz isimli tüm pop şarkıcısı: acilen türkçe öğretmeninle temasa geçmek istiyorum canım arayıcım benim.

* elbistan orospuları: sen artık aşmışsın sevgili arayıcım. oha

* elektrik sigarasını kapatmadan elektrikle uğraşırsın ne olur? : Çarpılırsın sevgili arayıcım.

* göğüsleri görünen gömlek: seni çok sevdim arayıcım. gömlek veya kazak giyen kadınlara olan hayranlığımı paylaşıyorsun benimle lakin yine bir anlatım bozukluğuna maruz kalmışsın.

* güzel bir porno bulamatım: sinirlenme sevgili arayıcım. öncelikle, elini yüzünü yıka bir sakinleş. istirham ediyorum sayın idare amirleri. bulamatım derken porno filmin isminden bahsetmediğini varsayıyorum.

* hep elizabeth olmuyo: haklısın sevgili arayıcım, elizabeth artık ergenliğimizde kalmış güzel bir anı olarak hatırlanmalı. Ama google a rica edeceğim bu aramayla hangi yazıma ulaşıldığını bana bir açıklasın.

* how i met your mother to din kardesinin geldigi bolum: sevgili arayıcım, sıkı bir izleyicisi olarak mevzubahis dizinin, ne demek istediğini anladım sanırım, ted in kardeşinin new york a geldiği bölümü kastediyorsun. Anlayamadığım nokta nasıl bu kadar yanlış yazabilmeyi becerdiğin.

* izmit in orospu mekanları: google bak kızıyorum. okulu uzattık izmit te gereginden fazla vakit geçirmek zorunda kaldık diye şehre dair her şeyi bilmemiz mi gerekiyor?

* katara aang fucking: sana hiç bir şey demiyorum direk olarak Hüseyin Üzmez'e yönlendirmek istiyorum sevgili arayıcım.

* little big romanya bükreş mağazası: Oha google ya. bunu hangi yazıma yönlendirdin. Adsense i kabul edeyim diye yapıyorsun biliyorum. kabul edince bunların hiçbirini bana göndermeyeceksin.

* lost 5. sezon richard kimi oğlu: Onun bunun çocuğuymuş diye duydum.

* manuela nın dizisi izlemek istiyorum: Onun için öncelikle düzgün cümle kurma sınavını geçmen gerekiyor sevgili arayıcım. Acı ama gerçek bu.

* miroğlu bak: Bu ne? sevgili arayıcım bu nasıl arama? miroğlu bak, atakule var ya kflkşsdlfkasdlkş

* parlament siğara klubu: böyle yazdığın müddetçe seni alacaklarını zannetmiyorum sevgili arayıcım. öpüyorum.

* porno film emanuela dizisi: Bir karar verir misin rica edeceğim sevgili arayıcım? dizi mi izleyeceksin film mi? ne olursa olsun diyorsun sanırım yeter ki porno olsun.

* pornocu blogum: google bunu da mı bana yönlendirdin? sana ben ne diyeyim ki daha? resmen etiketledin beni pornocu blog diye. etiketlemekle kalmayıp özelleştirmişsin bir de. belirli kişilerin pornocu blogu olmuşum.

* sigarayı bırakan oğlak burcu varmı? : puahahah lkşsfklsalkşfas lksdfklsdlşafsalşk lkşsfklşsa oyh dağaldım. Cansın, bir tanesin sevgili arayıcım. Seni gönlümün sultanı ilan ettim.

* skubi du bi du çizgi filmini izle: off offf, scooby doo diye yazarsan istediğin sonuca ulaşırsın sevgili arayıcım. bir yerlerden başlaman gerek öğrenmeye bunları.

* te leta bi : Bu ne ki şimdi? Sevgili arayıcım bu kelimeyi neden üç parçaya ayırdığını bana da açıklarsan çok sevineceğim.

* teletabi v izle: remember remember the fifth of the november sevgili arayıcım. tabi evinde devrim peşindeysen bunu bu şekilde yapamayacağını söylemek isterim. bütün iş tabi tost yapan makinayı bozmakta bitiyor aslında. onu kontrol eden tüm teletabi dünyasını kontrol eder.

* teletabiler saat kaçta ne zaman başlıyor: Ya senin yanaklarını sıkmak istiyorum sevgili arayıcım. Google ile muhabbet eden her arayıcımın başımın üzerinde yeri var.

* teletabilerin çok güzel fotoğrafları: oha! seksi fotoğrafları için tıklayınız gazeteciliği oynamıyoruz umarım sevgili arayıcım. öperim.

* türk kadın gizli göt: Ne tür bir fantezi canlandırdığını bilmiyorum kafanda ama, öğrenmek istemediğimi biliyorum. Gizli göt nedir bana bir açıklarsan sevgili arayıcım... sadece onu istiyorum.

* yabancı konulu seks film arşivi: bir raddeden sonra konusuz filmler sarmıyor değil mi arayıcım? çok haklısın çook.

* youtube 2008 yılı en çok dinlenen hafif müzik şarkıları: Biliyorum ki radyo 1 ile büyümüş bir jenerasyondansın sevgili okuyucum. "şimdi de yabancı sözlü hafif müzik" anonslarıyla yetiştin. Reksan reklam da hayatının bir dönemindedir. cansın, pek şekersin.

* özne namal: Kenimi orta 3 te, türkçe dersinde tahtaya yazılan bir cümlenin öğelerini bulmak için tahtaya kaldırılmış bir öğrenci gibi hissediyorum şuan sevgili arayıcım. "Namal bugün markete gitti" cümlesinin öznesi namaldır mesela.

* şekşi film: Ya ben seni şefkatle severim canım arayıcım benim. şok şekerşin.

* teletabi 10. bölüm izleyelim: tamam izleyelim.

25 Mart 2009 Çarşamba

Eurovision 2009 favorilerim.

Pekala, çeşitli kitap kulüplerinde kitap değerlendirmelerinin yanında dipnot olarak "ayrıca eurovision ciddiye alınacak bir yarışma değil, oylar politik olarak veriliyor, zaten ahmet ümit bu kitabında, fransız ihtilalinin mevlanadan etkilenişi ve bu etkinin futurizm yakınsamasında o dönemin dedektifinin gözünden bir alt metinle yıllar sonra eurovision diye bir yarışma olacagı ve bu yarışmadaki oyların nasıl sistematize edileceğini okuruna sunuyor" deniledursun, daha önce yazdığım taraf tutmak başlıklı yazıda da değindiğim üzere, eğer birbiriyle rekabet etme eylemini gerçekleştiren en az iki olgu varsa onların mücadelelerini izlemeyi ve bu mücadeelerde taraf olmayı da pek severim. Yarışma ne kadar mantıksız veya kazanıp kaybetme biçimi ne kadar etik ya da etik dışı olursa olsun yarışmanın içindeyken yine de yarışmaya odaklanılır. İşte bunu seviyorum. O yüzden eurovision izlerken de önceden sevdiklerimin üst sıralarda olmasına seviniyorum. Bu yıl da şarkılara şöyle bir göz attıktan sonra favorilerimi belirledim.

Düm Tek Tek: Bu tür bir yarışmada şarkılar genelde tek içimlik olurlar. Daha doğrusu kazanan şarkılar tek içimlik olurlar. Çünkü oy verme durumu o geceki performansa ve dinlemeye baglıdır genelde. Ecnebi tabirle "catchy" olan şarkılar zirvede tutunurlar. Hem catchy hem de iyi bir müzikal yapıdan oluşan şarkı ise nadiren çıkıyor. Kesişim kümeleri her yıl oluşmuyor. İşte hadisenin şarkısı ilk dinleyişte yakalayıcı bir özelliğe sahip. İlk beşte olacağını tahmin ediyorum Düm Tek Tek'in.

La Noche Es Para: İspanya ve genel olarka dört büyükler bu sene siktiriboktan şarkılar yerine biraz daha insana benziyen şarkılarla katılıyorlar yarışmaya. Her ne kadar Fransa'da Patricia Kaas ismi bir adım öne taşısa da ilk bakışta, İspanya adına yarışmaya katılan La Noche Es Para dinledikten sonra kendini ilk seferde sevdirmeyi başardı. Hoş geçen seneki el çiki çiki şarkısı da çok geyikti İspanya'nın. Bu sene güçlü bir şansa sahip olduğunu düşünüyorum İspanya'nın. Kazanırsa sürpriz olmaz benim için.

Lose Control: Bu şarkıyı nasıl canlı söyleyecekler oldukça merak ediyorum. Finlandiya'nın parçası Lose Control. Final gecesinde oalcagı kesin gibi hatta ilk onda olacağı ama ne kadar ileride olur bilemem. Yine de sevdiğim şarkılardna oldu.

Tudas as Ruas do Amor: Potekiz'in Eurovisiondaki bahtsızlığını çözebilmiş değilim. Her yıl genel eurovision parçaları kalibresinin çok çok üzerinde parçalar göndermesine rağmen bazılarında yarı finali dahi geçemiyorlar. Bana kalsa bu yıl ödülü ya bu parçaya ya da az sonra yazacağım parçaya verirdim hiç düşünmeden. Benden oy alacağı muhakkak bu şahane parçanın.

Fairytale: Benim için Potekiz'in parçası ile birlikte yarışmanın kazananıdır Alexander Rybak'ın temsil ettiği Norveç'in Fairytale isimli şarkısı. Uzun süredir böyle şeker, böyle tatlı şarkı duymuyorduk eurovisionda. Şarkıyı dinlerken gözümün önüne sürekli Stardust filminden sahneler geliyor..Film masal gibiydi..Şarkı da öyle..İki oy göndermeyi düşünüyorum bu parçaya da.


İşte böyle benim düşündüklerim efenim. Fairytale ve Tudas as Ruas de Amor favorilerim. Yunanistan gene Sakis rouvas ile katılıyormuş başka adam kalmadı sanki memelekette. Dört büyükler de iddialı bu sene. Fransa, Almanya, İspanya veya İngiltere'den biri de kaznaırsa şaşırmam aslında. Neyse efenim göreceğiz bakalım.

24 Mart 2009 Salı

Mustafa Mıstık Arabaya Kıstık

Efenim sevgili Karamel beni mimlemiş. Mim konusu da gayet eğlenceli; Geçmişe ve bugüne dair takılan lakaplarınız. Hemen lakaplarımı sıralamaya başlayayım.

Kedi: Bu ilkokul zaanlarında aldığım bir lakaptı. İlkokul dördüncü sınıfta köyden şehire geldiğimiz vakitlerde köydeki arkadaşlarım takmıştı. genel olarak takılma amacı sinsilikle ilgiliydi. Çok fena bir forvettim efenim o zamanlar. son derece sinsi ve takipçi, bulduğu pozisyonu harcamayan direk gol yapan bir oyuncuydum. "Kedi gibi sinsisin" diye benzetmelerin ardından kalan bir takma isimdi. O zamanlardna bir iki arkadaşım halen kısaltma olarak kedi derler görüştüğümüzde :) Ahmet'ten ne kadar kısaysa artık. Oysa ki kedi değil, direk olarak bir köpek insanı şeklinde görürüm kendimi.

Aleko: Efenim lisedeki tiyatro oyunundan kalma bir lakap bu da. Lisenin ilk yılında bana hitap şekliydi genelde. Aleko oyununu senaryolaştırıp başrol olan Aleko'yu oynadığımda takılmıştı. Oyun okulda ve çevrede baya tutunca popülerlik tavan yapmıştı tabi. Çoğu zaman okulda Aleko diye geçmişti ismim bahçede gezerken falan. O zaman aha çömez hazırlık sınıfıydım, lakabı takanlar üçüncü sınıftı, bazılarıyla da beraber çalışmıştık oyunda. Onlar mezun olunca bu lakap da kalkmıştı. bir de tabi yeni yazdığımız oyunlar ve yeni roller ile tek karakterin gölgesinde kalmaktan çıkmıştım. hey yavrum hey be :)

teletabi: Yıllardan beridir internet dünyasında kullandığım rumuzum. bunu ben taktı kendime, hikayesini de kısaca geçeyim. Sanırım lise bir falandım teletabilerin popüler oldugu zamanlar. YEngemlerin o zamanlar 4-7 yaş arası çocukları bizlere gelirdi. Ben de okuldan eve geldiğimde tam televizyonun karşısına kurulmuşken yanıma gelip "aaaamet abi teletabileri açsana, aaamet abi teletabileri açsana" şeklindeki hezeyanlarıyla başımın etini yerlerdi. O vakitten kısa bir süre sonra internette bir yere üye olurken rumuzum olarak tamamen oğaçlama biçimde aklıma geldi ve yazıverdim. Sonra da öyle kaldı.

Japon: Gözlerim çekik olduğu için liseye kadar olan hayatımda ara ara kullanılmış lakabım oldu bu da. Genelde yakından tanımayan arkadaşlar kullanıyordu. Ama hiç "japon gel lan" diye bir hitaba maruz kaldığımı hatırlamıyorum. Keni aralarında kesin diyordu ama adiler :)

Neyse efenim ben de bu mimi;

prettyinpink
deep sound ve
nostatic e atıyorum.

Nothing is Illuminated

Şu ara, yaptığım istisnasız hiç bir eylemden keyif almıyorum..Fak!

22 Mart 2009 Pazar

Funda is Back in Town


Jay-Jay'e göndermemizi yaparak yazıya başlayalım. Mart ayı, yerli müzik piyasası açısından oldukça hareketli geçti diyebiliriz. Funda Arar Zamanın Eli isimli albümle dönerken, beklentilerimi pek karşılayamayan albümü ile Nil, iki cd lik pek memnun edici dönüşleriyle Duman, çıkış parçası "Sevişmeden Uyumayalım"ı pek beğeniğim Sıla kızımız da İmza isimli albümlerini çıkarttılar. Üzerinden biraz zaman geçip albüme alışmaya başlamanın akabine Zamanın Eli albümü hakkında bir yazı döşenmek istedim. Aslında Funda Arar'ın olgunluk dönemi albümü deyince "Son Dans" albümünü gösterebilirim ben. O albüm Funda Arar'ın müziğini ve duruşunu bir gömlek yukarıya taşıdığı albümdü. Bu albüm de hemen Son DAns'ın akabindeki özgün albümü olduğundan dolayı bu duruşu devam ettireceğini varsaymak doğru düşünce tarzı olabilirdi. Nitekim, beklentilerimi karşıladığını belirtmek isterim. Son Dans ile Zamanın Eli albümü arasına sıkıştırdığı Sanat müziği derlemesini pek tatmin edici bulmamış ve üstelik çıkarma zamanını da doğru bulmamıştım kendi açımdan. Beklenen Funda Arar, Zamanın Eli albümünde ortaya çıkmalıydı, ve bence çıktı da. Tanıdık ama nasıl diyeyim yaşını başını almış bir büyüğün hayattaki tecrübelerinden sonra oluşan fikir ve düşüncelerini sakin başlılıkla anlatması gibi bir albüm diyebiliriz. Tabi sözler açısından değil, hem Funda hanımın şarkı söyleme biçimi hem de düzenlemeler açısından. Gerçeği söylemek gerekirse albümdeki ilk iki şarkıdan başlayarak, bir kaç şarkının da bu düşünceye uyduğunu söyleyebilirim sözler ile de. Neyse efenim, her zamanki sırayla şarkıları ufak ufak değerlendirelim.

1- Durulmalı: İşte tam da açılış paragrafında bahsettiğim olgunluğun her notasında hissedildiği bir parça. Albümün açılış şarkısı için daha iyi bir tercih olamazdı bence de. Müziğin, albümün geneline göre olan dinginliği ve arınmışlığı ile birlikte Funda Arar'ın sesi de aynı şekilde uyum gösteriyor parçaya. Sözler de elbette, isimden de anlaşılacagı gibi aynı düşünce tarzına birebir bağlanıyor. "Yağmur olmalı, sakince ince yağmalı..Durulmalı.." Bu mısrayı söyleyiş ive akabindeki durulmalı kelimesinin tekrarlarında o durgunluğu ve arılığı hissetmemek mümkün değil. Belki şarkının ara bölümündeki saz kısmı girmeseymiş daha iyi olabilirmiş. 9/10

2- Geceler: Yerli müzik literatüründe "geceler" isminde bir yığın şarkı vardır. Bazılaarı klasikler arasında yerini almıştır. Daha unique tarzda bir isim seçimi daha uygun olabilirdi bence bu şarkıya. Öte yandan az önceki durumun akine şarkı da çok tanıdık şarkıymış hissi veriyor. İlk dinleyişte ısınılabilecek yabancılık çektirmeyen ve alışma süreci gerektirmeyen parçalardan olmuş. Belki böyle düşününce ismin geceler olmasını da fazlaca yadırgamayabiliriz. Bir de tabi ki, iyi bir ayrılık sonrası parçası. İlginç bir biçimde, albümde vurucu veya klasik olabilecek slow çalışmalar olmasına rağmen yeterince vurucu olamadığını düşünüyorum bazılarının. Bu parça da onlardan biri. 8/10

3- Ateş Düştüğü Yeri Yakar: Daha önceki albümlerinde de çeşitli coverlar yapan Funda Arar, en son "Son Dans" albümünde Bergen'in "Benim İçin Üzülme"sini yeniden yorumlamıştı ve oldukça tutmuştu da parça. Ben de bu yeniden düzenlemeyi çok beğeniğimi söyleyeyim yeri gelmişken. Bu kez de Zerrrin Özer'in parçasını yenidne yorumlamış. Parçanın girişindeki Benim İçin Üzülme tandansı gözen kaçmazken, Funda Arar şarkılarının müziklerine göz gezdirdiğimiz zaman hep aynı enstrümanların kullanıldığı dikkat çekiyor. DAha da ötesi birbirine çok benzer ritimlerin. Bu parçada da benzeri bir durum söz konusu. Öte yandan Funda Arar'ın sesi gerçekten tartışmaya açık değil iye düşünüyorum. Muazzam bir sesi var. Yorumlama kabiliyeti de yüksek. Bu parçayı da çok iyi yorumlamış yalnız düzenlemelerde biraz daha çeşitlilik gerekebilir daha sonraki albümler için diyebilirim. 7/10

4- Ağlasam Duymaz: Herhalde Funda Arar'da ilk üç şarkıdaki, yukarıda bahsettiğim durumu sezmiş olacak ki, bu kadar ısındırma turu yeter demiş ve albümün ağır toplarına başlamış. Bunlardan ilki de Ağlasam Duymaz isimli albümün dördüncü parçası. İşte, Gecelerdeki olmayan "o" vuruculuk bu parçada sonuna kadar var. O kadar nasıl diyeyim, canı hançeri santim santim batırarak acıtıyor ki, ünlü klasik "Killing me softly" yakıştırması aşırı kaçmaz herhalde. Bu albümde "killing me softly" deyiminin karşılığı olan hafiften yavaş yavaş ama çok derinden hançeri batran parçalar var kalbe.. Onlara "killing me softly" şarkılar diyeceğim. Müzik açısından da az önceki eleştirilerin tam tersine, sade enstrümanlar, gürültüsüz ama fazlaca fırtınalı... 10/10

5- Külkedisi: Bazı dizilerde "filler" diye tabir edilen bölümler olur. Yazarların sezon dolması için araya sıkıştırdığı ve genel konuyla pek bagı olmayan bölümler olur bunlar. Bu parça da albümün "filler" parçalarından diye düşünüyorum. Kötü olmayan lakin kesinlikle iyi de denilemeyecek bir düzenleme, hele ki ağlasam duymaz gibi bir ağır topun ardından da gelmesiyle değeri daha da düşen bir parça olmuş Külkedisi. 5/10

6- Aslında: Tamam bir önceki yorumda yazdıklarımı Funda Arar da hemen görüyor herhalde. "Aslında" albümün ışıl ışıl parıldayan parçalarından biri. Killing me softly parçası da değil irek giriyor ve direk yamultuyor dinleyeni. İşte bu parçaya, slow şarkılara göre gürültülü denebilecke düzenleme de fena halde yakışmış. Sözler Hürriyet gazetesinin yazarlarından birine ait. Şimdi kim oldugunu anımsayamayacagım. O nakarat kısmında, ilk şarkılarda bahsettiğimiz dinginliğin aksine muazzam bir coşku var. Buna aslında dinginlik, çözümşemişliğin paklığıyla gelen durgun coşku diyebiliriz. Her, bu şarkı başka yerde olabilirdi pek de yakışmamış denilen şarkının ardına çok dagıtıcı slowlar koyulmuş albümde ve vazgeçilmemesi sağlanmış belki de. "Aslında" mübalağa olmaksızın 10/10

7- Sensizlik: Aslında albümü ilk dinlediğimde Aslında parçasından sonra kaynamış şarkılardan biri oldu Sensizlik. Bu yüzden defalarca dinledikten sonra yorum yazmak istiyorum genellikle. Şunu açıkça söylemek isterim ki albümün en iyi şarkısı yarışmasında mutlaka olması gerekiyor. Bana göre şimdiki yedi parça içerisinde en iyisi. Bu hanım kızımızın parçanın içerisinde öyle bir "yalpalıyor deli gönlüm" deyişi var ki, bir şarkı okunurken duygu dinleyiciye nasıl verilir dersinin örneklerinden olmalı. Funda Arar, bu kez de yine bir üstte yazdığımı yalanlarcasına "hayır kareşim araya filler sıkıştırmıyoruz" diyor sanki. 10/10

8- Aşk İçin İki Kişi Gerekmez: Şunu söylemek isterim ki, slow parçaların çoğunun şahaneliği içerisinde, albüme koyulan neredeyse her hareketli şarkı fena halde sırıtmış gibi duruyor. Hani "bir iki tane de hareketli atalım abi" denmiş gibi. Her şeye rağmen, külkedisi kadar sırıtmıyor bu parça. Kullanılan enstrümanlarda görece değişiklik var çünkü. Genel olarka Funda Arar albümlerinde böyle hem nağme ve ritmleri alışılmışın dışında hem de sözleri de fena olmayan parçalar bulunur. Bu da onlardan biri. Güzel bir şarkı kendi başına fakat albümdeki slowların darmadağın ediciliği yanında hafif kaldığı da gözlerden kaçmıyor maalsef. 7/10

9- Geçmez Yara: Bazı albümler vardır. Çok sevilir, bir yıl sonra dinlerken "işte her şarkısı güzle olan albümler" statüsüne erişirler. O albümlerde ilk başta dikkatinizi üç dört parça çeker. Onları dinlemekten diğerlerini dinleyemezsiniz. Sonra bir an gelir, çoğunlukla tesadüfen o beşinci parçayı dinlersiniz ve anlaşılmadık biçimde etkileyici olur. "Daha önce neden dinlemedim ki" haleti ruhiyesini oluşturur. İşte bu parça da benim için o beşinci şarkı gibi. İlk başta arada kaynamışken geçen gece Winamp'ın güzelliği sayesinde karşıma çıkarak dagıttı. Kendisi aynı zamanda bir "killing me softly" şarkısı. Çok fena çok..En tehlikeli şarkılar bu statüdedir. Albümün en iyi şarkısı yarışmasında mutlaka kendine yer bulmalı. eğer bir gece şarabınız yanınızda duygu salınımları yaşıyorsanız bu parça mutlaka eşlik etmeli o anlara.. Sakin ama çok etkileyici.. 10/10

10 Aşk: Yerli müzik tarihinde bir çok şarkıyla ortak isme sahip olan bu parça, az önce içtiğimiz kadehi yeniden dolurtabilir..Şaraba fazlasıyla yakışan bu iki parça arka arkaya koyulmuş albümde..Pek de iyi edilmiş bence, lakin "Geçmez Yara" kadar dağıtıcı değil. Yine de post Geçmez Yara sendromundan çıkmak için en uygun parçalardan olmuş. 7/10

11- Zamanın Eli: E doğal olarka albüme adını veren parça, ağır toplardan. Nedense beni diğer 10 verdiğim parçalar kadar etkilemedi diyebilirim. Daha arbeske kaymış biraz albümün genelinin aksine bu parça. Ama arabesk de diyemeyiz. Sadece ara müzikler arabesk formatına yakın olurken, Funda hanımın söylediği nakarat harici kısımlar o dinginliği tamamıyla yansıtırken, nakarat kısmı ise sanat müziği nağmeleriyle okunuyor. Kısacası bir çok telden çalan bir parça olmuş. Bu da biraz etkileyiciliğini yitirmesinin nedeni olarak öne çıkmış bence. 7/10

12- Yak Gel: Albümün çıkış parçası olarak Senden Öğrendim seçilmesine rağmen bu parça daha şimdiden kendini duyurmaya başladı. Her şeyiyle klasikleri arasına girecektir Funda Arar'ın buna hiç şüphe yok. Sözler belki o kadar vurucu değil ama öyle bir düzenleme var ki bu parçada albümü ilk dinleyişte yakalıyor insanı. Bir numaralı çıkış parçası tercihim bu olurdu benim albümde. Pek başarılı düzenlemesiyle yıllar sonra da bir yerde çalındığında tereddüt edilmeksizin eşlik edilecek parçalardan biri. 9/10

13- Senden Öğrendim: Albümü defalarca dinlememe rağmen bu parçaya bir türlü ısınabilmiş değilim. Garip bir yabancılık çekiyorum o yüzden şimdilik puansız bırakacağım kendisini.

Pazar Şarkısı

19 Mart 2009 Perşembe

Seksi Film Karakterleri

Sinema dergisinin 2000 ya da 20001 deki sayılarından birinde vardı en seksi 50 film karakteri listesi. Karakterler oyunculardan farklıdır. Onları ne kadar oyuncudan ayrı düşünebilirse izleyici o kadar başarılıdır..Neden Geena Davis'i bir daha Thelma & Louise deki kadar seksi görmediğimizi de düşünebiliriz. Neyse efenim, ilk aklıma gelenlerden oluşan bir liste yaptım yine. Seksi film karakteri deyince aklıma gelenleri sıraladım hemen. Numaralı liste yapacak kadar seviyeleştiremedim o yüzden karakter isimlerine göre alfabetik şekilde yazmaya karar verdim. Buyrunuz;

* Betty Blue: 37°2 le matin isimli filmin, sinema tarhinin en ilginç karakterlerinden biri olacak tiplemesi Betty. Film uzun bir sevişme sahnesiyle açılır zaten. Betty de filmin içerisinde gerek çocuksu, çok nadiren de olgun tavırlarıyla seksapelliğini vurgular. Son derece sorunlu ve bence daha çocuk olmasına rağmen haksızlığa karşı dayanamayışı ve seviği tamircisi ile "var" olması ile şehvetli ve çekinmediği sevişmeleri ile Betty Blue listede olmayı hakedenlerden diye düşünüyorum.

* Catherine Tramell: E böyle bir liste yapılır da kendisi girmezse gerçekten o er kişinin yaptığı listenin güvenilirliği kalmaz derim ben. Sinema tarihinin en seksiliği ile ün yapmış en kült karakterlerinden olan bu, buz kıracaklı yazara Sharon Stone can verimişti. 1992 yapımı Basic Instinct'in muhteşem psikolojik gerilimli konusundan çok Catherine Tramell konuşulur. Hele ki sorgu sahnesindeki bacak bacak üzerine attığı sahne klasik olmuştur bile çoktan..Sharon Stone'a da büyük bir şan ve şöhret getirmiştir bu servetini umarsızca harcayan yazar..

* Elizabeth: E yani efenim benim listemde açık ara bir numarada Elizabeth karakteri. Kim Basinger'ın efsanevi rollerinden biri olan 9 1/2 Weeks'in baştan çıkarıcı Elizabeth'i, nice doksanlar ergeninin bir numarasıdır. Bilmiyorum kaç erkek Elizabeth'in göbeğinde eriyen o buz olmak istemiştir. Ayrıca yine erkekler arasında "ulan saçları mickey rouke gibi yapsam böyle sevişebilir miyim" düşüncelerini bir lanet gibi byinlere kazımıştır. Yapmayın etmeyin ağalar. Olmuyor öyle ben lisede çok denedim. Hoş memlekette Elizabeth gibi arzulu bir kadının var olabileceği düşüncesi de uzak ihtimaller denizinde yüzüyor.

* Gilda: Bu, arzulu kadının Marilyn Monroe ile ortaya çıkışıdır bence. Gilda, ilerde femme fatal olarak da anılacka karakterlerin çıkış noktası olmalı diye düşünüyorum. Seksi, sofistike, umursamaz ve ilgili. İstediğinde kendisine bağlayan istediğinde uzaklaştıran en fettan karakterlerden biridir. Bu klasik karaktere hayat veren Rita Hayworth'un ünlü sözünü aklımıza getirelim "erkekler Gilda ile yatıyorlar, sabah Rita ile uyanıyorlar.." Kaç kişinin Gilda nın şarkı söylediği vakitte, dirseklerine kadar olan eldivenlerini sıyırdığı sahnede içi geçmemiştir ki..

* Lara Croft: Tamam, her ne kadar Angelina Jolie faktörü olsa da, bir çok erkek için Lara Croft hayranlığı oyunu oynamaya dayanır. Cate Archer'ı sevmek gibi biraz. OYunda Lara ile maceradan maceraya atlarken, filmde Angelina Jolie'nin nefis can vermesiyle eksikliğini hissetmedik, elbette seksiliğinin de.

* Persephone: Yunan mitolojisine dayanan bu karakter Matrix'in devam filmlerinde karşımıza çıktı. Monica Bellucci de oynayınca bu karakterinin baştan çıkarıcılığına kurban gitmemek mümkün değil. Neo yu öpmesiyle, Trinity'nin o sarsılmaz yerini şöyle bir çalkalamıştır kendisi. Nasıl baştan çıkarıcı olunur konulu derslerde bir ünite olarak okutulmalı diye düşünüyorum.

*Rita: Gerçek adını öğrenemediğimiz bu Mulholland Drive karakteri de, filmin çoğu bölümünde gözüme fazlaca seksi görünmüştür. Saçlarının taranışı bile tahrik edicidir bence. Hele Naomi Watts ile seviştiği sahnelerde artık listeye kesinlikle girmesi gerektiğini ortaya koymuştur. David Lynch'in yarattığı en baştan çıkarıcı karakterlerden biridir, Gilda'nın afişini gördükten sonra ismini Rita olarka belirleyen karakterimiz.

* The Devil: Şeytan hiç bu kadar seksi resmedilmemişti herhalde. Elizabeth Hurley'nin, garibim Brendan Frasier'a anlaşma imzalatmaya çalıştığı ve türlü numaralarla yedi dileğini de piç ettiği şeytanı canlandırdığı Bedazzled filminden. Filmin bir çok yerinde şeytan gerçekten karşı konulmaz bir arzu ile insanı kendine çekebilir, hele ki Elizabeth hurley'nin vücuduna girmişse. Haşa huzurdan tööbe yareppim dinimiz amin. şldsflkşsda

Yarışma Dışı:

Bu kısımda listeye almadığım, bazılarının sadece sahneleri, bazılarının da karakter değil de oyuncuların seksi sıfatında olmalarından dolayı koydugum bir kaç aday olacak.

* Emmanuelle: Tamam, küçüklüğümüzde cumartesi gecelerimizin en büyük güzelliğiydi Sylvia Kristel'in genellikle canlandırdığı bu karakter. Şimdi yirmilerinin ortalarındaki erkekler için bir seksilik kıstasıdır emmanuelle karakteri. Bir karşı cins emmanuelle den seksi görünüyorsa sınıfı geçer, yok görünmüyorsa sınıfı geçemez. İşte biz buna literatürde "emmanuelle eşiği" deriz. Bir çok erkeğin ilk göz ağrısıdır bu memlekette. Kırmızı nokta kavramanın özdeşidir. Geceleri baba odaya girecek diye elde kumandayla kısık kısık izlemenin müsebbibidir. Ergenliğin anlamlarından biridir Emmanuelle. Öyle deme sevgili okuyucu, bugün bir erkeğin fantazi dünyası gelişmişse bunda emmanuelle in payı çok büyüktür. Bu a tarihi bir gerçektir.

* İffet: Müjde Ar'ı anmadan olmazdı elbette. Yerli sinemada seksilik ikonu deyince genelde Banu Alkan veya Serpil Çakmaklı öne çıkar ama herkes Müjde Ar'ı takdir eder. İffet filminin unutulmaz araba sahnesi ise yeşilçamın klasikleşmiş sahnelerinden olmayı başarmıştır. Sorarım size banu alkan veya serpil çakmaklı filmlerinin herhangi birinden bu denli klasikleşmiş bir sahne çıkar mı? Çıkmaz tabi ki. Müjde Ar, seksi karakterlerin ötesinde Türkiye'deki çok şeyi anlatan sosyal filmlerde oynamıştır bu karakterleri. Filmler sadece ucuz filmler değildir, kendi başına her biri ayrıntılı ve dolu filmlerdir.

Bo Derek:Şimdi bu artistimiz de benim bir önceki kuşağımı ihya etmiştir o kadar net konuşuyorum. Bu hanımefendinin bir filminde at üzerinde bir sahnesi vardır akıllardan çıkabilir mi azizim? Namümkün.

18 Mart 2009 Çarşamba

Klişe, 18 Mart ve Boşluğa..

Beyoğlu ve Cihangir tayfası klişe kavramından pek hazzetmezler. Ben ise oldum olası sevmişimdir klişeyi. Yabancı filmlerde zaman zaman bunun ayrımı yapıldığı gibi aslında "classic" denir. Ben tam da o gözle bakıyorum klişe denen çoğu olaya. Hayatımda klişeler daha fazla yer etsin istiyorum umarsız bir çocuk gibi(Metin Tok'u saygıyla anıyoruz sflslş) Bir şeye klişe sıfatını veren o olayın çokça meydana gelmesidir. Açıkçası fiziki bir zorunluluktan meydana gelmiyorsa(mesela atıyorum yerçekimi gibi) insanların kendi davranışlarıyla şekillenip de meydana geliyorsa o önemlidir ve klişe sıfatını kazandıran çokça meydana gelme sayesinde de sevilen bir şey olmalı..Neden sevilen şeyler ile sorunu oluyor bazen insanların anlamlandırmakta zorlanıyorum. Tam değil ama popüler olana karşı olmaya benziyor aslında. Yani beğeninin temel noktasının, o objenin popülerliğinin oluşturması garip ve çözemediğim bir unsur açıkçası. Popülerliğin begenileri etkilemesi elbette normaldir fakat beğenileri etkileyen unsurlar sıralaması yapıldığında ilk sırada yer edecek kadar olmamalı diye düşünüyorum.

Bu konuya çok alakasız bir yerden geldim aslında. Gerçeği söylemek gerekirse, ilk paragrafa dair bir yazıyı uzun süredir yazmak istiyordum. Böylece araya sıkıştırmış oldum diyelim. Genelde, özel günlere dair yazılarım olmuyor blogumda ama bugün 18 mart. Çanakkale zaferinin 94. yılı. Hayatımda, ilk paragrafta bahsettiğim görüşlerimin oluşmasında etkisi bulunan unsurlardan biri kendisi. Liseye yeni başlamıştım o zamanlar, 10 yıl öncesi. Edebiyata, okuyup yazmaya olan merakım edebiyat öğretmenlerimin ilgisini çektiğinden beri üzerime düşmeye başlamışlardı. Her okul her yılın belli bir günü için belirli etkinlikler gerçekleştirmek amacıyla İl Milli Eğitim Müürlüğü tarafından görevlendiriliyordu o yıllar. Şimdi de öyle midir bilmiyorum. O yıl bizim okula da 18 mart ile ilgili etkinlik hazırlanması görevi verilmişti. Neyse efenim lafı çok fazla uzatmak da istemiyorum aslında. Organizasyon ile ilgilenen edebiyat öğretmenim Aleko isimli hikayeyi senaryolaştırmam için elime verdi. İlk ciddi deneyimimdi aslında. Nitekim daha sonraki yıllar tiyatro bölümünün başında çok daha özgün oyunlar yazıp oynamaya da imkan sağlamıştı. Aleko gerek okulun kendi içerisine gerekse o yıl etkinliği izlemeye gelenler tarafından fazlaca begenildiği için kısa sürede popülerlik tavan yapmıştı okulda. 4 yıl boyunca da böyle sürdü. Sürekli olarak genelden farklı davranışlar gösterme, genelden farklı şeyler söyleme beklentisine giriliyordu bana karşı. O zamanlar aslında klişenin ne kadar sevdiğim ve özlem duyduğum kavram olduğunun farkına varmıştım. O günden bu güne kadar olan hayatıma yön veren, önemli hislerden biriydi bu aslında. Sürekli olarak rahatça sohbet edebildiğim üç dört arkadaşım olsun, sıradan ve klişe yaşama sahip olayım düşüncesiyle yoğruldum. Filmlerdeki, özellikle romantik komedilerdeki en klişe sahneleri hep beğendim..Kulağa hoş gelen her türlü müziği dinledim.. bir daha popüler ve tanınan biri olmamak için yerimde oturmayı sevdim.. Pazar sabahı uzun süren kahvaltıları sevdim..

Sevdim de sevdim..

18 mart deyince aklıma hep lisedeki günlerim gelir nedense..Neyse öyle boşluga yazmış olayım bu yazıyı da..yazarken bu şarkı çalıyordu..

16 Mart 2009 Pazartesi

A Loves Lahana


Daha önce lahanaya dair kısa bir yazım olmuştu canımın çektiğine dair, ama bu akşam biraz daha çeşitlendireyim. Her türlüsünü sevdiğim az sayıa bitkilerdendir kendisi. Maydonozdan ne kadar nefret ediyorsam, lahanayı da o kadar seviyorum. Hem de her türlüsünü seviyorum bu meretin.

* Beyaz Lahana: Elbette ilk önce beyaz lahanadan başlayayım. Bu meretin çeşitli yemeklerde pişirilmiş halini ve en çok da direk manavdan alıp yıkayıp ortasını yararak kıtır kıtır yemesini severim.

* Kara Lahana: Benim için salataların vazgeçilmez parçalarındanır bu canım ciğerim yiyecek de. Üstelik bunu da yine direk manavdan alıp kıtır kıtır yemeyi severim.

* Coleslaw: Lahananın en yakıştığı karışımlardan biri de elbette bu leziz şey. Yemeye oyulmaz. Şahane bir kokteyl.

* Lahana Turşusu: Çok fazla turşu yiyen biri değilim ama lahananın turşusuna da bayılıyorum. Hatta bu akşam aldım, yemeye doyamadım desem yeridir. :)

Kısaca şunu söylemek isterim "Yenir ki bu lksaflkşslfs".

Kısa kısa serisinden konuyla alakasız bir not da belirtmek isterim. Arkadaş bu mart ayı yanlızca kedilerde etkili olmuyormuş bunu gördüm. Ne varsa bu mart ayında..

15 Mart 2009 Pazar

Pazar Şarkısı

Güne birlikte başlamayı en çok sevdiğim parçalardan..Günaydınlar olsun..Tutüştüm deyişinin yemem de yanında yatarım bendeniz kızımızın.

14 Mart 2009 Cumartesi

Sevdiğim Ufak tefek Şeyler #5

* İstiklal'de yürürken aksiyon filmlerine benzer zamanlamalar ile kalabalığın arasında gördüğüm boşluklardan kimseye dokunmadan geçmeyi başarabildiğim o "an". Öyle ki, sadece tek uygun zaman vardır, bir saniye gecikme ile ya birine çarpılır ya da yavaşlanmak zorunda kalınır. Stabil hızda o aradan kıvrakça sıyrılmak..

* Biri bir şey ima ettikten sonra "boşver" deyip konuyu sonlandırmak istediğinde "gıdakladın yumurtla" demek.

* İstiklal'de yürürken mp3 playerımda "The age of the understatement" çalarken birden deli danalar gibi hızlanmam. Kulaklıktaki müziğe uyan yürüme temposu.

* İstikal'den taksime çıkışta, durakta gördüğüm otobüse yetişemeyeceğimi anladığımda hızlı hızlı Gümüşsuyu durağına giderek orada otobüsü yakalamak.

* Ellerim cebimde, kafamda hiç bir düşünce olmadan yürümek.

imza: Çizgilere basmadan yürüme obsesyonundan kurtulmak üzere olan biri.

13 Mart 2009 Cuma

Sigara? #5


12 Mart 2009 Perşembe

Hayatımız Film


1999 tarihli Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin sloganı olan bu cümle benim gördüğüm en iyi festival reklam kampanyalarından biriydi. Hatta benim açımdan İstanbul Film Festivali'nin en iyi kampanyasıydı, afişlerinden, gazete reklamlarına veya televizyon reklamlarına kadar. Şimdi internette o kampanyaya dair bir resim bulamamak ise her şeyiyle üzüntü verici bir durum. Neyse efenim bu meramımı da söyledikten sonra asıl konuya dönmek isterim. 28. Uluslararası İStanbul Film Festivali'nin programı açıklandı. Kitapçığını da 14 mart cumartesi gününden itibaren edinebileceğiz. Tabi ben de elime kağıt ve kalemimimi alarak 15 güne sığdırılan 57 filmlik bir program çıkardım kendime. Genelde bu tür planlarımı söylediğim zaman gerçekleştirememe gibi lanetim olmasına karşın bu kez kararlı oluğumu belirtmek istiyorum.

Toplam 7 salonda gösterilecek bu yıl filmler. Emek, Beyoğlu, Atlas, Yeni Rüya, Pera(saece son bir kaç günde), festivalin beyoğlu tarafını oluştururken, anadolu yakasında yine rexx sineması festival filmlerine ev sahipliği yapacak. Bu yıl City's sineması da haftasonları gösterim için festival kapsamına alınmış efenim. 4-19 Nisan 2009 tarihinde yapılacak festival için biletler gündüz seanslarına(11.00-13.30-16.00) ve yerli filmlere 3.5 tl olarak belirlenirken, diğer seanslarda(19.00-21.30) tam bilet 10, indirimli ise 7 tl olarka belirlenmiş. Galalar için ise 15 tl. bieltler 21 mart Cumartesi günü satışa çıkıyor ve biletix satış noktaları, biletix ile emek, atlas ve rexx sinemalarında kurulacak ana gişeden temin edilebiliyor olacak.

Neyse efenim bu temel bilgileri verdikten sonra gelelim ilk görüşte dikkat çeken bir kaç filme. Ha bir de unutmadan, bu yılki festivalin en memnun eden taraflarından biri Arjantin Bölümü kapsamı olmuş. Gümüş ülke altın sinema: Arjantin başlığı altında Arjantin sinemasından 8 film izleyebileceğiz. .bu sekiz filmden kendi programıma aldığım filmler ise şöyle;
* Liverpool
* Lluvia (Yağmur)
* La Mujer Sin Cabeza (Başsız Kadın)
* El Nino Pez (Balık Çocuk)
* Leonera (Aslan İni)

Güney amerika merakımın yüksek oluguna yazılarımda rastlamışsındır mutlak sevgili okuyucu:) Bu açıdan da Güney Amerika'dan gelecek filmleri genelde kaçırmamaya çalışacağım. Festivalde, Dünya Festivallerinden kapsamında da 20 film gösterilecek. bu filmlerden on tanesine de programıma sıkıştırmayı başardım.

* Bu filmlerden en merak ettiğim yine Güney amerika temelli olmasından dolayı kafadan 1-0 önde başlayan La teta Asustada(Acı Süt) isimli Peru-İspanya ortak yapımı film. 4 Nisan 16.00 da YEni Rüya ve 5 Nisan 13.30 da da Emek sinemasında izleyebileceğiz.

* Programımdaki dünya festivallerinden kapsamındaki ikinci film, Before Sunrise ve Before Sunset ile gönülümzdeki yeri silinmeyecek olan Julie Delpy'nin The Countess(Kontes) filmi.

* Adını bir kaç defa duyduğum Kazakistan yapımı Tulpan da merak ettiğim filmler arasında ve programıma elbette girdi.

* Parlez-moi de la pluie (Bana yağmurdan bahsedin) isimli Fransız yapımı film de ilgimi celbederek listemde kendine yer buldu.

* İkinci Bir La Lunes Al Sol vakası olabileceğini düşündüğüm, finlandiya yapımı Kolme viisasta Miesta (Üç Bilge Adam) filmi de programımda.

* İzlanda'da gördüğü ilgiyi boxofficemojo dan da takip edebildiğim, ve ülkenin Oscar adayı filmi de olan Çehov'un Ivanov'undan bir serbest uyarlama olan Brúðguminn(Belalı Düğün) de benim için festivalin sürpriz ama oldukça sevindirici filmlerinden..

* İnsanların özbenlikleriyle olan ilişkilerine realist yaklaşımı en iyi beceren ekollerden biri olan Japon sinemasından, yine yabancılaşma alt konulu Tokyo Sonatı da izlenmesi gereken filmlerden biri olarka listemde.

* İkinci dünya savaşı esnasındaki iki danimarkalı suikastçiyi temel alan Ateş ve Citroen de listemde.

* Oyunculuk ve kurgu anlamında daha öncei festivallerden de ödülle dönmüş olan, yine Güney Amerika menşeili Perro come perro(İt İti Isırır) merakla beklenenlerden.

* Festivalin en ilginç yapımlarınan biri de bu yılın Avusturya oscar adayı Revanche(Rövanş), partneri bir soygunda öldürülen kanun kaçağının intikam yemini etmişken, ortağını öldüren polisin eşi ile karşılaşmasını anlatıyor. bu ilgi çekici konu iyi kotarılabilirse şahane bir film çıkacağını düşünüyorum.

Efenim Festivalin Uluslararası yarışma bölümünden de 7 film aldım programıma. Bunlar;

* Rumba
* Plaisir de chanter, Le (Şarkı Söylemenin Keyfi)
* Normal vaktinde izleyemediğim Yusuf üçlemesinin ikinci filmi olan Süt
* Bir Buçuk Oda (Bu rus filminin imdb linkini bulamadım malesef)
* De Usylinge(bulanık Sular) da cinayetten sekiz yıl yattıktan sonra hapisten çıkıp kilisede org çalmaya başlaya nbir gencin ölürdüğü kişinin eşiyle karşılaşmasını anlatıyor. Rövanşa olukça benzer konusu ile dikkat çekiyor.
* 9.99$ isimli fransız yapımı bu film çok şeye gebe diyorum ve festivalin derinlerinde patlayan bombalarından olabilir.
* Festivalin yarışma dışı kapsamında gösterilecek İngiliz yapımı olan Easy Virtue(Evlilik Sınavı) filmi de görmek istediğim filmlerden olarak programa girdi.

Oyh bu kadar uzun bir yazı olmasını beklemiyordum. yoruldum, Türk sineması, Akbank galaları, Yıllara meydan okuyanlar, Aşk olsun, Genç ustalar, mayınlı bölge, azizler asiler aşıklar, canlandırma sineması ve anılarına kategorisinde görmek istediklerimi de uygun bir vakitte yazacagım inşallah.

11 Mart 2009 Çarşamba

Ara Tepe Noktası

Hayatın kendi içindeki tesadüflerini oluşturan bir enerjisi olduğunu düşünüyorum zaman zaman. Yani dini öğretilerde "kader" olarak da gösterilebilen bu enerjinin bir tür, farklı durumların kesişmesini sağlayan "ara tepe noktası" var. Bir odaya duvarda duvara farklı renkli ipler serdiğimizi düşünelim. Her ne kadar ince olursa olsun birbirlerine değdikleri bir "an"ın fiziksel olarak zorunlu kaldığı bir miktar vardır mutlaka. İşte bu miktar, tam da bahsettiğim enerjinin ara tepe noktası idesine denk bir örnek.

Elbette hayatın kendisi, bir odaya serilmiş ipler kadar sade değil. Genelde odanın içersinde etrafa yayılmış eşyalar, çekyatın altına bırakılmış çoraplar, televizyonun durduğu yer ya da duvardaki tablo bu karmaşanın örneğe tezahür ettiği biçim. Koltuğun duruş biçiminden ya da şeklinden, oval olmasından, deri olmasından, uzunluğundan etkilenecektir iplerimiz. Koltuğun içinden geçiremediğimize göre, ya ipin boyunu uzatıp, açı oluşturarak karşı duvara çekeceğiz ya da kısa kalacak ve karşı duvara değmeyecek. Aklıma Vicky Cristina Barcelona filmindeki Penelope Cruz'un oynadığı karaterin, resim çizerkenki paçoz hali geliyor. Boyalar etrafa yayılmış, üzeri boyalanmış. Hayatın kendisi de bu dağınıklığın birebiri aslında.

Konuyu dağıtmayayım işte bu enerjinin ara tepe noktası dediğim şey iplerin tam da birbirine değdiği veya değmek zorunda kaldığı an. İdeal olan boş odanın aksine, odanın kendi dizaynı olduğunu söylediğimize göre bu ara tepe noktasını yakalamak veya onunla karşılaşmak, muhattap olmak, daha muhtemel oluyor.

Bu mevzunun nereden kafama takıldığından da bahsetmek isterim. Sözlüğe, son günlerde dinleyip beğendim bir parça için entry girmeye karar verdim. Nitekim ilgili başlığı açtığımda, şarkının ortak kullanılan bir ismi olduğundan o kavram üzerine de girilmiş entryler vardı. Kimse şarkı hakkında yazmış mı diye bakarken tam da sözlükten tanıdığım ama sadece bir kaç kelam etmişliğim bulunan bir yazarın entrysine rastladım. İlginç olan şuydu ki, o yazarla konuştuğumuz kısa dilim sadece ve sadece müzik üzerineydi, akabinde ise aylar boyu bir daha konuşma gereği duymadık. Ve o yazarın o başlığa yazdığı entry, o isimdeki bir başka şarkıya dair entry idi. İşte bu tam da o anlatmaya çalıştığım ara tepe noktası olarak kafama yerleşti birden.. Sonra da gittim çay koydum :)

9 Mart 2009 Pazartesi

Yorumcular Bulutu

Last Fm in artist sayfalarındaki tag cloud özelliği gidince üzüldüydüm. Bu bulut olayını pek seviyorum vesselam. Sevgili Egemenli Hayat'ın blogunda gördüm ve çok beğendim yorumcular bulutunu da. Şahaneymiş

8 Mart 2009 Pazar

Pazar Şarkısı

Günaydın..

6 Mart 2009 Cuma

Haftasonuna Girerken ..


*Ah culyetim culyetim. Lost'un beşinci sezon sekizinci bölümünden sonra, diziye girdiği ilk bölüm olan "a tale of two cities"den itibaren favorilerimden olan juliet'ime aşkım tavan yaptı ldkfklşsd. Ah culyetim tamir ettiğin arabanın motoru olayım. Doğum yaptırırken yardımcın olup terini sileyim, yanında durup silah çekişini ölene kadar izleyeyim, yaptığın yemekleri gülüşerek yiyelim, elinden bir tas su içem, içem de öyle ölem culyetim. Şu kadın varken halen kate isimli idiota ilgi gösteren dizi karakteri olursa tez ağzının ortasına vurulaa! Fermandır. Hatun 1977 ye kaçtı oraya da geldi kevaşe Kate. bir git ulan, rahat bırak Juliet'imi.

* Geçen yazımda bahsettiğim Uzunköprü köftecisine gittim. Edirne'li olduğumu söyleyice tabi koyu bir muhabbet oldu mekan sahibi ile aramızda. Belki Edirne'deki Park Köftecisi Osman abinin köfteleri kadar orgazmik lezzette değil ama İstanbul'da yenebilecek en iyi köftelerden. Nihayetinde Rumeli tarzı köfte bulmak bile sevindirici. Beşiktaş Evlendirme Dairesine çok yakın olan bu küçük mekanı herkese şidetle öneririm. bulmakta biraz zorlansam da aradığıma değdi..Çok yakında Eminönü'ne de bir şube açacaklarmış.

* İş konusunda yepyeni açılımlar planlıyoruz. Her şey çok güzel olacak felsefesine halen sadığız. Umarım bu düşüncemiz kaybolmaz..

* The Last Shadow Puppets grubunun Beatles'dan sonraki en heyecan verici gruplardan olduğunu düşünüyorum artık iyiden iyiye..Bir kaç yıl içinde isimleri sıkça telaffuz edilecek bence..Özelikle Alex Turner..Gitgide olgunlaşıyor, olgunlaştıkça da müziği şahaneleşiyor bu bıcırın. Ne demişler "Yine ne varsa adada var.."

* Ah Culyetim aaah yandırın kalbimiiii.

Herkese iyi bir haftasonu diliyorum..

5 Mart 2009 Perşembe

Kazanmak Güzel Hissettirir


İddaa da yine kazandım. Maçları takip etmeye başlayınca paralar gelmeye de başladı. Ne kadar mesudum anlatamam. Bu paranın bir kısmını, uzun süredir gitmek istediğim Beşiktaş'ta açılan Uzunköprü köftecisinde tıka basa yiyerek harcamak istiyorum yarın.

3 Mart 2009 Salı

Umutsuz Boşluk


Yeni bir film izleyene kadar biri "2009 da görüğün en iyi film hangi filmdir?" diye sorsa, cevabım "Revolutionary road" olurdu. İlk iki ayını geride bıraktığımız 2009'da şu ana kadar -bana göre- yılın en iyi filmlerinin aynı hafta gösterime girmesi ise üzücü bir durum. Slumdog Millionaire ve Revolutionary Road bu yıl izlediğim en iyi iki filmdi ve ikisi de aynı hafta gösterime girdiler. Şunu söylemek isterim ki her ne kadar dışarıdan dramatik bir trajedi gibi görünse de filmi izlerken o gerilimi hissetmemek mümkün değil.

Leonardo Di Caprio ve Kate Winslet ikilisi titanic'te oluğu gibi ve üstelik titanic'ten çok daha başarılı oyunculuklarıyla şahane bir harmoni oluşturuyorlar. Bu ikili adeta birbiriyle dans ediyor gibiydi oyunculuk açısından. Son derece uyumlular. Oyunculuk açısından da sezonun en iyi performansını gördüğümü söylemek istiyorum. Hem Kate Winslet hem de Leonardo Di Caprio için geçerli. Kate Winslet Oscarı The Reader ile aldı ama bu filmeki oyunculuğuna ödül verilseydi de gayet yerinde olurdu. İlker Yasin'i anmak istiyorum müsaadenizle. Hem The Reader hem de Revolutionary Road ile Oscarın sahibidir, iki oscarlıdır bence. Hem penaltı hem gol!!

Sam Mendes'in ilk dakikadan bizi içine soktuğu hikaye bir yandan önceki çalışması The American Beauty'i hatırlatırken daha ilk dakikalarda girdiği ayrıntılarla ve diyaloglardaki kelimelerin vuruculuğuyla American Beauty'den bir o kadar da ağır ve vurucu olacağını işaret ediyordu sanki. Filmde, öyle kelimeler var ki izleyiciyi tam ama tam da "orasından" vuruyor. Diyalogların yazılışı üzerine gösterilen özene hayran kaldığımı belirtmek istiyorum.

Film özetlenmeye çalışılsa bir amerikan ortasınıf ailesinin balon dünyası diye özetlenemeyecek kadar karmaşık ve insani bence. İnsani sözünün oturduğunu düşünüyorum çünkü hiç bir insan bir çok filmde oluğu gibi siyah davranışı göstermeyip beyaz davranışı gösterir karakterinde değil. İşte film de tam bu açıdan insani. Wheeler ailesinin karı ve kocası olan April ve Frank Wheeler'ın tartışma sahnelerinde ise o gerilim o kadar net verilmişti ki bir çok gerilim filmi izlediğimden daha fazla gerildiğmi belirtme ihtiyacı hissediyorum. Bunda diyalogların başarılı olmasının yanısıra Leonardo Di Caprio ve KAte Winslet'ın olağanüstü oyunculuğunun rolü epeyce fazla.

Film, umutsuz boşluğa düşmenin anlamını vermesi açısından da gömleğinin kumaşının iyi oluğunu belli ediyor. O umutsuz boşluğa kapılan sadece April Wheeler değil ya da Frank Wheeler değil aslında. elektroşok geçirmiş olan şuan ismini hatırlayamadağım karakter haricindekiler, vurgulanan "umutsuz boşluk"un içinde çırpınıyorlar. Bu boşluğun onlar da farkında fakat umutsuzluğun farkında değiller. Ama bu umutsuzluğun kaynağı Revolutionary road'ta yaşamaları mıydı? Paris'e gidince her şey düzelecek miyi? İki ay sonra ne olacaktı? İşte burası muamma değil aslında. Karakterlere umutsuz boşluğu veren o his içlerinde mevcut olan Kusma Kulübü kitabından fırlamışçasına rahatsız edici ve herkesin çok iyi bildiği işte "o" his. Susmak ve biraz düşünmek. Bazen bütün mesele bu sanki..filmde April'in bir kaç defa sessizliğe, konuşmamaya ihtiyacı olduğunu gördük. Daha en başta tiyatrodan eve dönerken, Frank ile kavga ettikleri bir çok bölümde, Frank'in en yakın arkadaşı ile seviştiğinde bile adamın "gidelim buralardan" şarkısını söylemesine rağmen, susmasını ve arabayı sürmesini istiyor April.

Her şeyden öte benim açımdan filmin en can alıcı yerleri, Frank'in April'e bahsettiği gerçeklik hissi konuşmasıydı. Asker olduğunda savaşa gittiğinde bu kadar heyecanlı ve "gerçek" hissettiğini söyler Frank. Hep düşünüğün bir şey vardır, kafanda kurarsın, hayalinde yaşatırsın ama tam da o anda tam da savaşta o gerçektir. O gerçeklik hissidir. Gerçeklik, dışarıdan kendilerine özenilen genç ve nazik Wheelerlar olmaları mıydı yoksa tam da Paris'e gitmeleri miydi? O gerçek hissi işte tam da o kararı verdikleri geceydi.

Toplumun veya sosyolojik baskının idealize ettiği yaşam, ne kadar gerçek olabilir i ki? Bu gerçeklikten kaçmak için oyunculuk yapmıyor muydu April Wheeler? ve o ne kadar mutlu olsa da toplum oyunu ve onu yerden yere vurmuyor muydu? Bu çerçeveden farklı duran April ve Frank ilk sahnede arabada konuşurken tam da tüm filmde göreceklerimizi anlatıyor gibiyiler. Biraz sessizlik isteyen April ve sürekli kendisinin suçlandığını April'in üzerinden anlatmaya çalışan Frank. Ve tam da filmin sonunda genç ve nazik Wheeler'lar üzerine komşuların düşünceleri en baştaki tiyatro sahnesine ne kaar da yakındı. Ya bu boşluğun umutsuzluğunu farketmeden sondaki yaşlı amca gibi kulaklığın sesini kısarsın ya da Frank'in en yakın arkadaşı gibi arka bahçeye çıkıp bir kaç dakika durursun..Ama eğer umutsuz boşluğu gördüysen işte onu görüyse ne yapacağını bilemezsin.."Biz herkesden üstün ve yetenekli oluğumuzu düşünüğümüz bir hayat için evlendik ve buraya taşındık...ama biz başarısızız, biz hiç bir işe yaramıyoruz. Bizim hiç bir farkımız yok.."

Bu sezonun en etkileyici filmi şu ana kadar Revolutionary road'tur gözümde. 10/10 vererek herke tavsiye ediyor ve iyi geceler diliyorum.

Doksanlar Müziğinin Öksüzleri

Son dönemlerde, doksanlar türk müziği yeniden büyük popülarite kazandı. Bunda, artık o dönemin çocuklarının yirmilerinin ortalarında olmalarının büyük payı var elbette. Çünkü o cenah örneğin bir tür eğlence yerinde doksanlar partisi oluğunda katılabilecek, ya da bir programda doksanlar tematiği yapıldığında etkin olacak hedef kitle haline geldiklerini görüyoruz. Yirmilerinin ortasında olmalarının getirdiği kısmi özgürlük de aktif katılımlarını sağlıyor.

geçenlerde pireti doksanlar programı yaparken kendisiyle bu konu üzerinde konuşuyorduk. Örneğin sourberry de sıklıkla dinlediğim programlar doksanlar teması olanlar bir de takip ettiğim programlar oluyor. Fakat doksanlar tematiği de artık kendi içinde ayrışmış durumda. bazı parçalar bugünün popüler parçalarından daha popüler oldular bu sayede. Örneğin her programa mutlak duyacağınız parçalar, abone, hey corç, benimle oynama, araba artık dinlemeye korkulur oldu tarafımdan. Bu şarkıları çalan doksanlar tematiğini artık ciddiye almıyorum ben. Gerçek bir doksanlar ilgisi oldugunu da düşünmüyorum. Ağırlıklı olarak, o haftalık konsept bulamayınca sırtını dayadığı bir öğe olarak bakıyorum ve dinlediğim bazı programlarda bilgi sahibi olmadan yapılan anonslar da feci can sıkıcı oluyor. Ha bir de o hafta onun kurtarıcısı olmuş doksanlar konseptiyle çok kötü espriler ile dalga geçmeye çalışan sunucular oluyor, gerçekten sadece üzülüyorum kendilerini için..

Kriz zamanında zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olması gibi, doksanlar modasında da popüler şarkı daha popüler kenarda kalmış şarkılar da daha çok silinmiş oldular. Ben isterim ki doksanlar tematiğinde artık iyiden iyiye bıktıran abone yerine çok canlar yaktım çalınsın yonca evcimikten. Bir konsept de doksanların yeniden popüler olmasıyla iyice silikleşen şarkılar konsepti olsun. Gerçek anlamda hakkını verdiğini düşünüyorum geçen hafta pretty in think programının mevzubahis konseptte. İstek olarka geldiği için mecburen çalınmak zorunda kalınana Abone haricinde şarkı seçimleri başarılıydı. Mesela bir Nida'dan Evimizin Gelini parçasını duyamıyoruz diğer programlarda. Neyse ki Pretty in Think'te duymayı başardık. Sourberry de bu konuda en yetkin program tartışmasız yüzyılın son esintileri programıydı. Ondan sonra da doksanlarda o ayarı tutturabilen bir program olmadı.

Ben isterdim ki; halen popüler olan veya bu modayla tekrar popüler olan şarkıcıların ikincileri çalınsın..Ya da zaten arada kaynayıp hiç çalınmayan şarkıcıların parçaları çalınsın..

Ufuk bigay'dan Öpmeye Doyamadığım çalsın isterdim..

Mesela, Tulga'dan Ay Bu Kız Beni Öldürecek çalsın isterdim.

Mesela, doksanlar programlarında çok popüler olan Rengin'den Aldatıldık yerine Yalnız gece'yi dinlemek isterdim.

Aylin Livaneli'den Bana Müsaade veya Okulu Asardım yerine Çakmak Çakmak dinlemek isterdim..

Mesela Eda Berker'den Beni Sana Hapsettin duymak isterdim.

Ateş'ten Çingene ruhum dinlemek isterdim.

Serdar'dan Nereye Kadar duymayı mutlak isterdim.

Deniz Arcak'tan, yağmurdan kaçarken doluya tutuldum veya eller aldatır yerine Bir Mola Ver dinlemek isterdim.

Mesela yine doksanlar konseptinde olukça popüler olan Akın'dan Rebeka veya Suskun yüreğim yerine Çılgın Geceleri duymak isterdim..

Seden Gürel'den Bum bum Bum, Çalkala ya da Devlerin Aşkı yerine Aklımı çelme duymak isterdim..

İronik biçimde, ambargo yemişçesine hiç bir doksanlar programında çalınmayan Nalan'dan en az bir parça duymak isterdim..

Ayşe'den Çok Zor Yar dinlemek isterdim..

Nida'dan Evimizin Gelini, vurmsayadın veya Ardahan duymak isterdim..

Egoist'ten Töreler Aldı çalınsın isterdim..

Doksanlar programlarında bence overrated olan Reyhan Karaca'dan Sevdik Sevdalandık, Gidesim Gelmiyor veya Gölge Çiçeği yerine Gücüm Ona Yetmiyor dinlemek isterdim..

Doksanlar programlarında nasıl sürekli atlandığını aklımın almadığı Özlem yüksek'ten Ballı Kaymak'ı mutlaka dinlemek isterdim..

yine sürekli atlanan Ufuk yıldırım'dan Yaradana Yalvartma duymak isterdim..

Aysun Kocatepe'den Bir Naz bir Naz Olmaz ki duymak isterdim..

Mesela Yalçın bostancı'dan Sevdalandım duymak isterdim..

Defne Samyeli'den Sensiz Seninle çalınsın isterdim..

Yine anlamadığım biçimde doksanlar programında es geçilen Gökben'den Lafı mı Olur duymak isterdim..

Mesela Meltem Cumbul'dan Seninleyim dinlemek isterdim..

Merih'in Yaban eller parçası çalınsın isterdim..

Nazan Yeşiltan'dan Küçücüğüm çalınsın isterdim..

Neyse efenim şimdi Revolutionary road a gitmek için çıkmam gerekiyor. Akşama devam ederim yeni bir postta..

2 Mart 2009 Pazartesi

Bilginin Dolaşabilirliği


Sekiz akademi ödülünü kapmadan önce de, bir çok ödül töreninde isminden bahsettirmeyi başaran slumdog millionaire biraz geç de olsa Türkiye'de cuma günü gösterime girdi. Elbette cumartesi günü koşa koşa fitaşa akın ettik biz de. Ülkede gösterime girmeden evvel, dünya üzerine de yalnızca eleştirmen tayfası ve çevresinen oluşan bir kesimin ilgi gösterdiği film olmaktan ziyade, genel olarak sinema izleyicisinin de yoğun ilgi gösterdiği yapımdı gişede. boxofficemojo sitesinin international kısmından takip ettiğim kadarıyla da salon başına ortalamalarda yüksek gişeleriyle göz doluruyordu. Bu anlamda maddi açıan da slumdog millionare filminin gerçek bir hit oluğunu söyeyebiliriz. Yazının bundan sonraki paragrafları spoiler içerikli olacaktır. İzlememiş olanlar okumasa iyi olur, okursa da ekime kadar...

filme gitmedne evvel özellikle hakkındaki yazıları okumaktan kaçındım. Öncelikle söylemek isteiğim konu müzikleri olacak. Filmde, özellikle kovalamaca sahnelerinde çalan müziklerin yansıttığı atmosferin heyecanlılığı gayet de başarılıydı. Filmin hatırlanacağı noktalarından biri elbette başarılı müzikleri olacaktır.

Konu bildiğimiz üzere, ülkede kim beş yüz bin ister ismiyle yayınlanan "who wants to be a millionaire" yarışmasını temel alsa da, anlatmak istediğini söyleyebilmek için kullandığı bir arayol olmuş sadece. Hikayenin anlatılış yolu için böyle pek de denenmemiş bir yöntem seçildiği için ilgiyi daha baştan çekiyor. Filme gitmeden önce hayal kırıklığına ugrayacağımı sandığım esas nokta tam da buydu aslında. Bu yarışmanın hikayenin anlatılma yolundan daha fazlası olabilme ihtimali. Neyse ki bu ayarı tam da tutturabilmiş film. Who wants to be a millionaire sadece bir arayüz olarak kalmış ve ileriye gitmemiş.

Filmin ana kahramanı olan Jamal Malik'in yaşam öyküsü, izleyici ile özdeşleştirilebilecek düzeyde anlatılmış, filmin bir noktasında mutlaka izleyici kendisini Jamal'in yerine koymuştur diye düşünüyorum. Ben bolca kendimi onun yerinde düşündüm film esnasında. Oyunculuk üzerine konuşmanın da densizlik olacağı inancındayım nitekim, muazzam bir oyunculuk izlediğimi düşünüyorum ben perdede. Jamal'ın kardeşi Salim'i oynayan arkadaş özellikle de en küçük Salim'i oynayan arkadaşın yaptığı görece kötü hareketlerden veya verdiği kararlaran sonraki, bu kararının narkasında durduğunu gösteren güçlü fakat aynı zamanda da üzgün olduğunu belli eden bakışları fazlaca etkileyici idi.

Filmle ilgili sıkıntı duyduğum tek nokta son soru oldu. Açıkçası yani "ben bilmiştim, ben demiştim" maksadıyla söylemiyorum fakat çok net olarka on beşinci dakikada, son sorunun o malum soru olacağı belli oluyor. İlk başta çok fazla üzerinde durmayıp, son soru için bu kadar kolay soru sormazlar diye düşünmeme rağmen aynı metaforun bir kaç kere daha karşımıza çıkmasıyla artık kesinlikle son sorunun şekli belirlenmişti gözümde. Bence çok daha kazık bir soru olmalıydı lakin Jamal için kazık olabilir tabi de genel yarışmacı profili için kolay bir soruydu bence 20 milyon için. Tabi ordaki ironi çok hoş olsa da kendini daha filmin ortalarında belli etmesi nedeniyle pek de etkileyici olmadı benim açımdan.

Film, aldığı sekiz akademi ödülü haketti mi haketmedi mi bilemem. Bazılarına göre dünyada çok daha iyi filmler vardı fakat bu film Hindistan'da geçmesine rağmen İngiliz kültüründen de beslenmesiyle akademiyi cezbetmişti. Elbette bu tespitte gerçeklik payı vardır. Ama tüm ödüllerin gelmesini buna bağlamak biraz ağır olur.

Öte yandan film hint sinemasına yapılan göndermeleriyle de dikkat çekti. Zaten sorulardan biri ünlü bir hint artistiydi ve o vasıta ile de geleneksel hint sineması da filmin kendine referans aldığı noktalardan biri olduğunu gösterdi. Elbette sondaki dans sahnesine de değinmek gerek hint sineması demişken. O dans ile de, her ne kadar İngiltere menşeili bir yapım olsa da bir hint filmi olduğunu seyircinin gözüne sokuyordu. Bir de o son dans sahnesinde film boyunca gördüğümüz karizmatik mücadeleci Jamal, çizdiği imajı yerle bir etti. :) Elbette o sahneyi hint sinemasının bir özelliği olarak ele almalıyız her şeyden önce.

Filmle ilgili önemli noktalardan biri de, aslında bence asıl anlatılan daha oğrusu benim asıl olarak gördüğüm nokta da bilginin dolaşabilirliği idi. Bir çok yere göre azim ve istekle her şey yapılabilir gibi bir ana teması olsa da bana göre bilginin serbestliği ve insanların etkileşiminin bireye kattığı yüzlerce bilginin güzelliği idi. Hayatta her gün her dakika, herhangi bir konuyla meşgul olan bireyin bu meşguliyetlerinin sağladığı birikimin büyüklüğü gerçekten özenle yansıtılmış. bir çok zaman değersiz veya boş işlerle uğraşıyor olarka görsek de kendimizi "kenimi bildim bileli" sözündeki gibi insan kendini biliği yaştan itibaren o kadar çok öğrenime sahip ki birey yüzlerce kitap çıkabilir bir insanın kendi bilgilerinden.

Neyse efenim son olarak, bana göre oldukça başarılı ve kendi sinemasının izlerini taşımasına rağmen evrensel bir anlatım yoluyla kendini öne çıkarmış bir film olmuş Slumdog Millionaire. Bana göre tek eksi yönü son sorunun tahmin edilebilirliği ve o sorunun o yarışmanın son sorusu için oldukça kolay olmasıydı. Onun haricinde nefis bir öykü izlediğimi düşünüyorum perdede. 8/10 diyerek yazıma son verirkene büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öpüyor, Revolutionary Road ve İki Çizgi'yi de kısa zamanda izlemek istediğimi belirtmek istiyorum.

1 Mart 2009 Pazar